BİR KEZ DAHA “OLACAĞI BUYDU” 1
(Hürriyet Gösteri, Kasım 2002)
Demek ki edebiyatın roman ve öykü türleri birer kurmaca (fiction) yapıya sahip. Ama her kurmaca da roman ve öykü, dolayısıyla yazınsal değil, olamıyor. Bir kurmacanm yazınsal olması için, yazarın metinde, dilin yazınsal söyleminden, dilin yazınsal işlevinden yararlanması gerekiyor.
Anlatı (le récit, la narration) dediğimiz metin, alımlayıcı (okur) ile öykünün birbirinden ayrıldığı, araya mesafenin girdiği çizgide başlar. Alımlayıcı okur, öyküyü ancak bir anlatıcı (yazar) ve anlatı (öykü) sayesinde öğrenebilir, bilebilir. Başka bir deyişle, okur, izleksel açıdan, öyküyü romanın kapağını açıp romanı okumadan, romanı okuyup bitirmeden bilemez. Ama, okurun, romanın izleğini kabataslak bildiği (örn: İzmir suikastı, Refah faciası, Titanik’in batışı vb.) durumlar da vardır. Böyle bir durumda, kurmaca anlatının dilsel, söylemsel özelliği öne çıkar. Ancak, “İzmir Suikastı” izleğinin bir roman üretmesi için metinde kurmaca öğelerin, kurmaca kişilik ve tiplerin bulunması kaçınılmazdır. Bu olmazsa, yazılı metni, roman olarak değil “tarih” ya da “anı” olarak tanımlayabiliriz. Anlatının ayakları gerçeğe bassa da metnin romana, öyküye dönüşmesi için bir “sapma” eyleminin, gerçekten uzaklaşma girişiminin olması gerekir. Yani romancı “gerçek gerçek”ten sapmadan “yazınsal gerçek”i bulamaz, onu yaratamaz.
Bir futbol maçında Oktay adlı bir futbolcunun ayağının kırıldığını düşünelim. Olayı gazetesine yazan gazeteci “Yirminci dakikada, Recep’in kasti olmayan bir müdahalesi sonunda, Oktay’ın kaval kemiği üç yerinden kırıldı. Bu dakikadan itibaren Yıldırımspor’un orta sahası ile ileri ucu arasında büyük bir boş alan oluştu” diye yazabilir.
Aynı gazetede yazan spor köşe yazarı ise, futbol oyununda meydana gelen yaralanmalara değinerek bütün futbolcuları daha dikkatli olmaya davet eder ve “her futbolcu, karnını bu meslek sayesinde doyurduğunu unutmamalı ve mestektaşlarını korumalıdır” der.
Maçı anlatan radyo ve televizyon yorumcusu ise Oktay’ın yerde kıvranışım betimler ve yüzündeki acı ifadesine dikkat çeker.
Ama, başta Oktay’ın kendisi olmak üzere, Recep’in, hakemin, seyircilerin, Oktay’ın futbol oynadığı takımın teknik direktörünün, yöneticilerinin, anne-babasının ve nişanlısının, Oktay’ın ayağının kırıldığı anda hissettiklerinin ve düşündüklerinin yarattığı bir başka dünya vardır. Bu dünya da gerçektir, ama gözümüzün önünde bulunan somut bir dünya değildir bu. Bunu birinin (yazarın, öykücünün) bize anlatması gerekir. Ve bu anlatıldığı zaman, bir anlatı (öykü) olarak bize ulaşır. Öyküyü alımladığımız zaman, ona duygusal, zihinsel ve imgelemsel olarak katılırız. Bu katılımın sonucu olarak da, öykü yazın ve yazım kurallarına uygun biçimde yazılmışsa, bir estetik haz alırız.
Gazetecinin, spor köşe yazarının, radyo ve televizyon anlatıcısının bize aktardıklarını “bilgi” olarak tanımlayabiliriz. Oysa yazarın bize aktardığı bilgi değil, bir izleği (içeriği) ve biçimi olan öyküdür. Yazar, Oktay’ın sakatlanmasından yola çıkarak, onunkiyle ilgisi olmayan bir futbolcu öyküsü kurabilir. Bu öykü tikel olmasına karşın, bütün futbol dünyasının içinde soluk aldığı bir metne (öyküye, romana) dönüşebilir.
Rainer-Maria Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’ndan bir alıntı yapacağım: “Mümkün müdür, ‘Tanrı’ diyen ve Tanrının ortak bir şey olduğunu sanan insanlar bulunsun? Okul çağında iki çocuk düşünelim: Biri bir çakı satın alsın, arkadaşı da aynı günde, bu çakıya tıpatıp benzeyen bir başka çakı satın alsın. Aradan bir hafta geçsin, iki öğrenci çakılarını birbirlerine göstersinler; şimdi ancak pek uzak bir benzerlik vardır çakılar arasında, – başka başka ellerde çakılar ne kadar değişmiştir. (Çocuklardan birinin annesi şöyle der hattâ: Sizin elinizde zaten ne sağlam kalır ki…) Evet, evet: insanın bir Tanrı’sı olsun da kullanmasın mümkün müdür?”
Rilke, “Mümkün müdür?” sorusunu, “Evet, mümkündür” diye yanıtlıyor.
Ben de soruyorum: “Mümkün müdür, gerçekliğin ortak bir şey olduğunu sanan insanlar bulunsun? Mümkün müdür, gerçekliğin bireysel bir şey olduğunu sanmayan insanlar bulunsun? Mümkün müdür, insanın elinde bir ‘gerçek’ olsun da onu kullanmasın?”
Mümkündür! Mümkün değildir!
Dürüst bir gazeteci, bir tutanak yazmanı, “gerçek”in dışındadır, onu nesnelliğiyle betimler, kurgudan (fiction) yararlanmaz. Kurguya başvurduğu anda gazetecilik ve yazmanlık niteliğini yitirir.
Oysa bir romancı, (Aristoteles’in dediği gibi) gerçeğe öykünse de, olduğu gibi değil, olmasını düşündüğü, olmasını istediği gibi öykünür. Gerçeğin yapısını bozar ve yeniden düzenler; ayrıştırır, seçer, yapıştırır. Duvar saatini parçalara ayırır, masanın üzerine yayar. Daha sonra aynı parçalardan, bazen bazı parçaları atarak, bazen başka saatlerden parçalar ekleyerek, kol saati yapar; bazen lokomotif yaptığı da olur.
Romanın “gerçeklik”i kurmaca (fiction) gerçektir. Ancak kurmaca gerçek, “gerçekdışı” değildir. Onun bir başka boyutu, bir başka katmanıdır. Onun bir başka boyutunda, bir başka katmanındadır.
***
“Yalnızca bir romanın keşfedebileceği şeyi keşfetmek. Bir romanın varoluşunun tek nedeni budur. Yaşamın o zamana kadar bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen roman ahlâka aykırıdır.” 2
“Roman gerçekliği değil varoluşu inceler. Varoluş, olup biten değildir. İnsan olanaklarının alanıdır, insanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir. Romancılar insanın şu ya da bu olanağını keşfederek varoluşun haritasını çizerler. Ama bir kez daha ortaya çıkıyor: Varolmak, ‘dünyada konumlanmış olmak’ demektir.” 3
* * *
“Roman gerçekliği değil var oluşu inceler” demek, ne demek? Bu cümlenin ne anlama geldiğini düşünmeye başladığımız anda, kendimizi “kuram”ın kapısının önünde buluruz.
Kuralsız ve kuramsız edebiyat dünyası köpeksiz köye benzer.
Önüne gelen yağmalar mülkünüzü.
Her gözboyayıcı size kendi safsatalarını yutturur.