JEAN-PAUL SARTRE / LES
TEMPS MODERNES’İ SUNUŞ YAZISI[i]
“Kültürel
Bir Sorun Olarak Siyasal Yozlaşma”
başlıklı dosyamız işinde yer alan yazılar ve bu bağlamda sorulan sorulara
verilen yanıtlar, yazarlar ve okurlarımız arasında yankı uyandırdı. Yazılar,
yanıtlar ve sohbetler şu nokta üzerinde yoğunlaşıyor: Yazmak bir eylem ise,
okumak bir eylem ise, son beş yılın hızlandırdığı değişen koşullarda, yazan
insan, okuyan insan ne yapacak? “Ne yapmalı?” sorusunu oluşturan
“ne” ve “yapmalı” sözcükleri, bu sorunun sorulmasını
gerektiren koşulların olağan koşullar olmadığının da belirtisi. Bu soru, yazma
eyleminin ve yazarın varlığına, varoluşuna yöneliyor: Yazar yalnızca yazan bir
‘kalemefendisi’ midir, yoksa, bunun yanı sıra ve gerçekten yazar kalarak, bir
toplumsal aydın mıdır?
Söz konusu soru ve bu
soruya vermeye çalıştığımız yanıt, bizi, ister istemez, İkinci Dünya Savaşı
sonu ortamına ve bu ortamda bu türden bir sorunun ve yanıtının peşine düşen
Jean-Paul Sartre’a götürüyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra, her alanda bozulan “oyunun kuralları”na koşut olarak edebiyat
alanında da bir tür durum muhasebesi yapmak zorunluluğunu duyan Jean-Paul
Sartre, 1946 yılında, Les Temps Modernes {Modern Zamanlar) adlı edebiyat,
felsefe ve siyaset dergisini çıkarmaya başladı (dergi hâlâ yayınlanıyor). Yazı
kurulunda, Sartre’dan başka, Raymond Aron, M. Merleau-Ponty, Simone de Beauvoir,
Michel Leiris, vb. yazar ve aydınlar yer alıyordu. Dönemin dünya sorunları
karşısında ‘tavır alma’yı ilke edinmiş Fransız sol aydınlarının kürsüsüne
dönüşen dergi günümüze kadar ağırlığını hissettirmeyi başarmıştır.
Jean-Paul Sartre’ın bu
sayımızda yayınladığımız “Les Temps Modernes’i Sunuş” yazısı,
derginin programını ve ilkelerini oluşturan nitelikleriyle, günümüzde de
geçerliliğini koruyor. Situations ll’nin başında yer alan sunuş yazısı
dilimizde ilk kez eksiksiz olarak, “engagé” ve “engagement”
kavramlarının doğru yorumlarıyla birlikte yayınlanıyor. (Varlık
Dergisi, Aralık 1994. Sayı: 1047)
***
LES TEMPS MODERNES’İ
SUNUŞ [ii]
Bütün
burjuva kökenli yazarlar, sorumsuzluğun baştan çıkarıcı çekimine
kapılmışlardır; öyle olmasa, bu tutum yüz yıldan beri edebiyat âleminde gelenek
haline gelmezdi. Yazar, eserleriyle onlara karşılık aldığı ücret arasında pek
seyrek olarak ilişki kuruyor. O, bir yandan yazıyor, söylüyor, iç çekiyor; öte
yandan da ona para veriyorlar. Görünüşte hiç ilgisiz iki olay… Yazar, bu
durumda, dese dese, “iç çekmem için bana maaş bağlamışlar” diyebilir
ancak. Dolayısıyla, kendini, çabasının
karşılığını alan bir işçiden çok, bir tür burslu öğrenci sayıyor.
Onu bu kanıya, Sanat için Sanat ve Gerçekçilik akımlarının kuramcıları
getirip bağladı, İkisinin de aynı kökenden gelip aynı amaca yöneldiği yeterince
görülebiliyor mu acaba? Birincilerin öğretisini izleyen yazarın baş kaygısı,
hiçbir şeye yaramayan eserler üretmek oluyor: Eser köksüz ve amaçsızsa,
yazarına pekâlâ yeterince güzel görünebiliyor. Böylece yazar toplumun kenarına
çekiyor kendini; daha doğrusu, orada sadece tüketici niteliğiyle yer almaya
razı oluyor: Tam burslu öğrenci gibi yani! Gerçekçi’ye gelince, o da
tüketmekten geri durmuyor elbette. Üretmeye gelince, o ayrı mesele: Kendisine
bilimin yararlılık kaygısı taşımadığı söylendiği için, o da bilim adamının bu
kısır yansızlığına erişmeye çabalıyor. Gerçekçi yazarın, betimlemek istediği
çevrenin “üzerine eğildiği” az mı söylendi bize? Üzerine eğiliyormuş!
Kendisi nerede peki? Havada mı? İşın aslı şu: Kendi toplumsal konumu hakkında
kafası karışık, ücretini ödeyen burjuvaziye karşı çıkamayacak kadar korkak, ama
onu çekincesiz kabul edemeyecek kadar da zihni ve bilinci açık olduğundan,
çağını yargılamayı seçmiş ve bu yolla, deneycinin deney sisteminin dışında
olması gibi, kendisinin de çağının dışında kaldığına kendini inandırmıştır.
Böylece, saf bilimin çıkar gözetmez yansızlığı gelip, “Sanat Sanat İçindir”cilerin
temelsiz, köksüz sanat anlayışlarıyla birleşiyor. Flaubert’in hem saf üslupçu,
biçime tutkun bir yazar, hem de Doğalcılığın (naturalisme) babası olması bir
raslantı değil. Goncourt Kardeşlerin hem iyi gözlemci, hem de sanatlı yazma
ustası olmakla övünmeleri de…
Devralınan bu sorumsuzluk mirası birçok kafayı bulandırmış, rahatsız
etmiştir. Bu insanlar, edebiyatla ilgili olarak, vicdanlarının rahat
olmamasının sıkıntısını yaşıyorlar ve yazı yazmanın hayran olunacak bir uğraş
mı, yoksa gülünç ve bayağı bir komedi mi olduğunu pek iyi kestiremiyorlar. Eskiden
yazıcı (şair) kendini peygamber filan sanırdı ki, bu onurlu bir konumdu.
Ardından lanetlendi, dışlandı, parya oldu; eh, bu da fena sayılmazdı. Ama
günümüzde, bir uzman durumuna düştü! Artık otel defterlerine, adının karşısına,
meslek olarak “edebiyatçı” sözcüğünü, garip bir iç rahatsızlığiı duymadan yazamaz oldu. Edebiyatçı, yazın
adamı: Bu iki sözcüğün bir araya gelmesi, kendi başına, insanı yazmaktan
tiksindirmeye yetiyor. Bir Ariel [iii],
bir Vesta rahibesi [iv]
geliyor akla, ya da bir “yaramaz çocuk”, hatta haltercilere veya para
koleksiyoncularına akraba kendi halinde bir manyak… Bütün bunlar oldukça
gülünç şeyler, insanlar savaşırken, yazın adamı yazıyor. Bir gün bununla
övünüyor, kendini ideal değerlerin bekçisi gibi hissediyor; ertesi gün bundan
utanç duyuyor, edebiyatın özel bir tür yapmacıklığa, özentiye çok benzediğini
düşünüyor. Yazdıklarını okuyan burjuvalar karşısında, kendi onur ve
haysiyetinin bilincinde; ama kendisini okumayan işçilerin karşısında, 1936’da
Maison de la Culture’de görüldüğü gibi, aşağılık duygusuna kapılıyor. Paulhan’m
terörizm diye adlandırdığı olgunun
kökeninde işte bu aşağılık kompleksi var; gerçeküstücüleri (üstgerçekçileri) ,
geçimlerini sağlayan edebiyatı hor görmeye sevk eden de aynı duygu. Önceki
savaşın ardından, bu çığırda özel bir lirizm yaşandı. En iyi, en
“lekesiz” yazarlar, kendilerini en çok aşağılayacak şeyleri herkesin
önünde, yarışırcasına itiraf ediyorlar ve burjuvaların kınamalarına hedef
olunca, bundan doyum sağlamış görünüyorlardı: Sonuçları bakımından az-çok
eyleme benzeyen bir yazı ortaya koymuş oluyorlardı böylece. Fakat bu bölük
pörçük girişimler, sözcüklerin günden güne değer yitirmesine engel olamadı.
Önce söyleme sanatı (retorik), ardından da dilin kendisi bunalıma girdi. Son
savaşın hemen öncesinde, edebiyatla uğraşanların çoğu, sadece bülbül olmaya
razı olmuşlardı. Nihayet, üretmeye duyulan tiksintiyi son kerteye vardıran
birkaç yazar çıktı; bunlar ağabeylerinden de öteye geçerek, sadece yararsız bir
kitap yayınlamakla üzerlerine düşeni yapmış olmadıklarına karar verdiler ve tüm
edebiyatın gizli amacının dili yıkmak olduğunu ve buna ulaşmak için de çok
konuşup hiçbir şey söylememenin yeterli olduğunu savundular. Sonu gelmez bir
laf seli biçimindeki bu suskunluk bir süre moda oldu ve Hachette’in dağıtım
şirketi, garlardaki kitaplıklara, kalın kalın romanlar biçiminde konmuş
suskunluk hapları dağıttı. Bugün ise öyle bir noktaya varılmış bunuyor ki,
kalemlerini Alnıanlara kiraladıkları için kınanan veya cezalandırılan kimi
yazarların acı dolu bir şaşkınlığa düştüklerini görüyoruz: “Ne
oluyoruz?” diyorlar. “İnsanın yazdığı şeyler kendisini bağlar
mıymış?”
Biz yazmaktan utanmak istemiyoruz; bir şey söylemeden konuşmak da.
Zaten istesek de başaramayız. Kimse de başaramaz. Her yazının bir anlamı
vardır, yazarın oraya koymayı düşlediği anlamdan çok uzak olsa bile. Gerçekten
de bize göre yazar ne Vesta rahibesidir, ne de Ariel; ne yaparsa yapsın,
“işin içindedir”; çekilebileceği en uzak köşeye dek damgalanmış,
bulaşmış, batmıştır. Bazı dönemlerde sanatını entipüften sesli biblolar
üretmekte kullanmış ise, bu bile bir gösterge demektir: Edebiyatta ve elbette
toplumda da, bir bunalım yaşanıyordur; ya da yönetici sınıflar, gidip devrimci
kitlelere katılmasın diye, fark ettirmeden onu böyle bir “lüks”
etkinliğe doğru gütmüşlerdir. Burjuvalara o kadar lanet yağdıran ve toplumsal
mekanizmadan uzağa çekildiğini sanan Flaubert bizim için yetenekli bir
rantiyeden başka nedir ki? Onun o titiz sanatının arkasında, Croisset’deki
rahat yaşam, bir annenin veya yeğenin sevecen ilgi ve özeni, sıkı bir düzen,
tıkır tıkır işleyen bir ticari girişim; düzenli olarak paraya çevrilen kuponlar
yok mu? Bir kitabın, bir kurum gibi sorgulanan ya da bir nesne olarak
istatistiklere sokulan bir toplumsal olay haline gelmesi için uzun yıllar
gerekmez; zaman içinde biraz geriye gitmekle, onun da döneminin çeşitli
eşyalarına; mobilyası, giyimi, şapkaları, taşıtları ve besin maddelerine
karışarak orada yerini aldığı görülür. Tarihçi bizim hakkımızda da şöyle
diyecektir: “Şunu şunu yiyorlardı, şöyle şöyle giyiniyorlardı ve şunları
okuyorlardı.” İlk demiryolları, kolera salgını, Canut’lerin [v] ayaklanması, Balzac’ın romanları,
sanayinin gelişmesi… Bunların hepsinin, Temmuz Monarşisi [vi] denilen
dönemin karakterini belirlemede aynı şekilde payları vardır. Hegel’den beri
bütün bunlar çok söylendi ve tekrarlandı; biz şimdi bundan pratik sonuçlar
çıkarmak istiyoruz.
Yazarın elinde çağından kaçmak için hiçbir olanak bulunmadığına göre,
kaçmaya kalkışacak yerde onu sımsıkı kucaklamasını istiyoruz; çağı onun tek
şansıdır: ikisi de birbiri için yaratılmışlardır. Balzac’ın 48 günleri [vii] karşısındaki kayıtsızlığına, Flaubert’in
Komün olayı karşısındaki korkulu anlayışsızlığına, “yazık olmuş!”
diyoruz; ama onlar için yazık olmuş: Önlerine çok büyük bir fırsat çıkmış, ama
onlar bunu bir daha yakalayamamak üzere kaçırmışlar. Biz ise çağımızın hiçbir
şeyini kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel çağlar vardır, ama bizimki budur;
bu savaşın, belki de bu devrimin içinde, bu hayat verilmiştir bize, yaşanmak
üzere. Sakın bundan, bir tür “halkçılık” (popülizm) havariliği
yaptığımız sonucu çıkarılmasın; tam tersini savunuyoruz. Halkçılık, son
gerçekçilerin yaşlılıklarında doğmuş zavallı, güçsüz çocuğudur ve bu haliyle o
da bir “oyundan kaçma” denemesidir. Biz ise, tam tersine, oyundan
kaçılamayacağma inanıyoruz. Dilsiz olsak, taş parçaları gibi sessiz dursak
bile, bu eylemsizliğimiz gene de bir eylem olurdu. Hayatını Hititler üzerine
romanlar yazmakla geçiren bir adam, tutum almaktan böyle kaçınmasıyla, gene de
bir tutum almış olurdu. Yazar çağının içinde, bir duruma yerleşmiş olarak yer
alır: Her sözün yankıları vardır, elbette her sessizliğin de… Ben Flaubert
ile Goncourtları, Komün’ün ardından gelen kanlı cezalandırma dalgasından
sorumlu tutarım, çünkü bunun engellenmesi yönünde bir satır bile
yazmamışlardır. Bu onların işi değildi, denecek. Calas davası [viii]
Voltaıre’in işi miydi? Dreyfus’ün
mahkûmiyeti Zola’nın işi miydi? Ya da Kongo’nun yönetimi Gide’in işi miydi? Bu
yazarların her biri, yaşamının özel bir anında, kendi yazar sorumluluğunu,
doğru olarak değerlendirmiştir. Alman işgali de bize kendi sorumluluğumuzu
öğretti. Madem ki yalnız varlığımızla, varoluşumuzla bile çağımız üzerine
etkide bulunuyoruz, öyleyse bu etki bilerek ve isteyerek yapılacaktır diyoruz.
Burada bir noktaya açıklık getirmek gerek: Bir yazarın, kendi gücü ve
yeteneğinin elverdiği ölçüde, geleceği hazırlamak kaygısıyla hareket etmesi az
rastlanır bir durum değildir. Fakat, belirsiz, bulanık, kavramsal bir gelecek
var ki, tüm insanlığı ilgilendiriyor ve hakkında da fazla aydınlanmış
sayılmayız: Tarihin sonu var mı? Güneş bir gün sönecek mi? 3000 yılında
sosyalist rejimlerde insanın durumu nasıl olacak? gibi…
Biz bu düşleri bilim-kurgu romancılarına bırakıyoruz. Bizim ilgi ve
çabamızın konusu, kendi çağımızın geleceği
olmalıdır. Bu pek sınırlı, çağdan zor ayırdedilebilen bir gelecektir — çünkü
bir çağ, bir insan gibi önce bir gelecek demektir. Çağın içinde yer alan
girişimlerden, sürmekte olan çalışmalardan, kısa veya uzun vadeli tasarılardan;
çağın ayaklanmalarından, kavgalarından, umutlarından kurulu bir gelecek: Savaş
ne zaman bitecek? Ülke nasıl yeniden kalkındırılıp donatılacak? Uluslararası
ilişkiler yeniden nasıl düzenlenecek? Hangi toplumsal reformlar yapılacak?
Gerici güçler zaferi kazanacak mı? Devrim gerçekleşecek mi ve bu nasıl bir
devrim olacak? Biz işte bu geleceğe sahip çıkıyoruz ve başkasını da
istemiyoruz. Elbette bazı yazarlar var ki, kaygıları daha az güncel, görüşleri
bizimki kadar kısa değil. Aramızda dolaşıyorlar, ama burada yoklarmış gibi.
Peki, nerede bunlar? Torunlarının torunlarının yanma gitmişler; oradan dönüp bu
çağı, bizim çağımızı seyrediyorlar! Yok olup gitmiş ve tek kurtulan canlar
olarak kendilerini bırakmış saydıkları bu çağı!.. Ama yanlış hesap içinde bu
kişiler: Ölümden sonra gelecek ünün temelinde hep bir yanlış anlama vardır.
Gelip kendilerini bizim aramızdan seçecek olan o torunlar hakkında ne
biliyorlar ki? Ölümsüzlük korkunç bir sığınma yeridir: Bir ayak mezarın öte
yanında, bir ayak beri yanında… Böyle yaşamak hiç de kolay değildir. İnsan
günlük işleri nasıl çekip çevirebilir, onlara bu kadar uzaktan bakarken? Nasıl
tutkuyla bir kavgaya katılabilir, zaferin zevkini nasıl tadabilir? Öyleyse, her
şey eşdeğerli onlar için. Bize bakıyorlar ama görmüyorlar: Onların gözünde
çoktan ölüp gitmişiz! Ve çağlarına boşverip, hiçbir zaman görmeyecekleri
insanlar için yazdıkları romanlarına dönüyorlar. Hayatlarını ölümsüzlüğe
çaldırmış bu yazarlar!
Biz ise çağdaşlarımız için yazıyoruz; dünyamıza geleceğin gözleriyle
bakmak istemiyoruz; bu, onu öldürmenin en sağlam yolu olurdu. Bir gün yok
olacak olan, etten ve kandan, gerçek gözlerimizle bakıyoruz dünyamıza. Davamızı
temyizde kazanmak istemiyoruz; ölümden sonra itibar iadesi de bizi hiç
çekmiyor: Davalar burada, şimdi, biz hayatta iken kazanılır ya da kaybedilir.
Fakat bir tür edebi göresellik öğretisi kurmayı da düşünmüyoruz. Saf
tarihsellik bizim beğenimize uygun değil. Zaten Bay Seignobos’un tarih
kitaplarından başka yerde saf tarihsellik var mı ki! Her çağ, insanlık
durumunun bir yönünü keşfedip dile getirir. Her çağda insan, Öteki’nin, aşkın,
ölümün, dünyanın karşısında kendini yeniden tanımlar ve ne olduğunu yeniden
belirler. Partiler F.F.I’ün [ix] silahsızlandırılması
veya yenik İspanyol cumhuriyetçilerine yardım gibi konularda kapıştığı zaman,
işte bu metafizik seçim, bu biricik ve mutlak tasarım üzerine oynanır tüm
oyun… Böylece, kendi çağımızın biricikliği içinde tutum alarak, sonunda ebedi
olana ulaşmış oluruz. Bu tür toplumsal ve siyasal tartışmaların içinde yatan
ebedilik değerlerini çıkarıp göstermek zaten yazar olarak bizlerin görevidir.
Ama biz bu değerleri gidip anlaşılır bir gökyüzünde aramaya kalkmayız; onlar
ancak kendilerini saran güncellik içinde ilgiye değer bizim için. Göreselci
olmak şöyle dursun, biz açıkça ve vurgulayarak belirtiyoruz ki insan
“mutlak” bir varlıktır. Ama zamanının ve çevresinin içinde,
dünyasında, öyledir. Mutlak olan, bin yıllık tarihin bile değiştiremeyeceği
şey, onun şu anda ve şu koşullar konusunda aldığı, şu benzersiz, yerine başkası
konamayacak karardır. Mutlak, Descartes’tır: Öldüğü için artık önümüzde
olmayan; kendi çağının içinde yaşayıp elinin altındaki araç ve olanaklarla günü
gününe onun üstüne kafa yormuş; öğretisini, bilimlerin o çağdaki belli bir
durumundan yola çıkarak kurmuş; Gassendi, Catesus ve Mersenneİe tanışıp
ilişkiye girmiş; çocukluğunda şaşı gözlü bir kıza âşık olmuş; savaşa da
katılmış, ayrıca bir hizmetçiyi gebe bırakmış; genel olarak “yetke”
(otorite) ilkesine değil de özel olarak Aristoteles’in “otoritesine”
saldırmış; ve silahı alınmış olsa da yenilmemiş olarak, kendi zamanında bir
kilometre taşı gibi dikili duran adam… Göresel olan ise “Descartes’çılık”
(cartesianisme)’tır: Yüzyıldan yüzyıla dolaştırılan, içinde herkesin ne
koyduysa onu bulduğu, gezintisever felsefe. Ölümsüzlük peşinde koşarak
bulamayız ebediliği; eserlerimizde, kadidi çıkmış, bir yüzyıldan öbürüne
kolayca geçebilecek kadar içleri boşalmış ve önemleri yitmiş birkaç genel
ilkeyi yansıttık diye “mutlak” olamayız. Olacaksak, çağımızın
kavgalarına tutkuyla katıldığımız, onu tutkuyla sevdiğimiz ve onunla birlikte
mahvolmayı gönüllü olarak kabul ettiğimiz için oluruz.
Özetlersek, niyetimiz, bizi çevreleyen toplumda bazı değişiklikler
meydana getirilmesine katkıda bulunmak. Değişiklik deyince, ruhlarda değişmeyi
kastetmiyoruz, ruhların yönetimini memnuniyetle, özel bir müşteri kitlesine
sahip yazarlara bırakıyoruz. Materyalist olmamakla birlikte, ruhla bedeni
hiçbir zaman birbirinden ayırmamış olan ve sadece ayrıştırılamaz bir gerçekliği, yani insan
gerçekliğim tanıyan bizler, insanın hem toplumsal durumunu hem de kendi kendisi
hakkındaki tasarımını değiştirmek isteyenlerin yanında yer alıyoruz. Bu
nedenle, gelecek siyasal ve toplumsal olaylar konusunda, dergimiz her durum ve
olay için ayrı ayrı tutum alacak. Bunu siyasal açıdan yapmayacak, yani herhangi
bir partinin hizmetine girmeyecek; fakat ortadaki savlardan her birinin
esinlendiği insan tasarımını ortaya çıkarmaya çalışacak ve kendi savunduğu
tasarıma uygun olarak fikrini söyleyecek. Verdiğimiz sözü tutabilir,
görüşlerimizin birkaç okuyucu tarafından paylaşılmasını sağlayabilirsek, bundan
öyle aşırı bir gurur da duymayacağız; sadece, mesleki vicdanımızı tekrar
rahatlatabilmiş olmanın ve edebiyatın bizim için, aslında hiç çıkmamış olması
gereken, öz çığırına geri dönüp yeniden bir toplumsal işlev olduğunu görmenin
mutluluğuyla, kendimizi kutlayacağız.
Peki, ortaya çıkaracağınızı iddia ettiğiniz o insan tasarımı nedir?
denecek. Yanıtımız şöyle olacak: Bu tasarım sokaklarda dolaşıyor ve biz de onu
açığa çıkarmak iddiasında değiliz; yalnız onu biraz belirginleştirmek
istiyoruz. Bu tasarıma ben “totaliter” diyeceğim. Fakat bu terim pek
yerinde bulunmayabilir; son yıllarda hayli karalanmış; insan kişiliğini değil
baskıcı ve anti-demokratik bir devlet biçimini nitelemek için kullanılmış
olduğundan, burada bazı açıklamalarda bulunmak gerekiyor.
Öyle sanıyorum ki burjuva sınıfı, entelektüel bakımdan, “çözümleme
zihniyetini” kullanmasıyla tanımlanabilir; bu kafanın başlangıç postulası
ise, bileşik nesnelerin, zorunlu olarak, basit öğelerin bir düzen içinde bir
araya gelmeleri şeklinde tanımlanmaları gerektiğidir. Bu ilke vaktiyle,
burjuvazinin, elinde, Eski Rejim’in kalelerini yıkmak için bir saldırı silahı
olarak kullanıldı. Her şey çözümleme konusu oldu: Aynı atılım içinde, havayla
su öğelerine; insan zihni kendisini oluşturan izlenimlerin toplamına; toplum da
içindeki bireylerin toplamına indirgendi. Bütünler silindi; birleşimlerin
raslansallığı içinde meydana gelen soyut toplamalar olup çıktılar. Gerçeklik,
ayrışma işleminin en sonunda elde kalan terimlere sığındı. Bu en alttaki öğeler
—bu da çözümleme zihniyetinin ikinci temel varsayımı— ister serbest durumda
bulunsunlar, ister çeşitli bileşiklere girsinler, temel niteliklerini ve
özelliklerini, hiç değişmemecesine koruyorlardı. Böylece, oksijenin,
hidrojenin, azotun; zihnimizi oluşturan en ilkel izlenimlerin “değişmez
doğası” gündeme geldi; değişmez “insan doğası” kavramı ortaya
çıktı. Çemberin çember olduğu gibi, insan da insandı; öyle yaratılmıştı, öyle
kalacaktı. Birey ister tahtlara çıkarılsın, ister sefalete batırılsın, özünde
hep kendisiyle özdeş kalıyordu, çünkü bir tür oksijen atomu gibi tasarlanmıştı:
Hidrojenle bırleşıp suyu, azotla birleşip havayı oluşturan, ama ıç yapısı
bunlardan hiç etkilenmeyen bir nesne. İnsan Hakları Bildirgesi bu ilkelere göre
hazırlandı. Çözümleyici kafanın tasarladığı toplumun içinde, “insan
doğası”nın taşıyıcısı, katı ve ayrışmaz bir parçacık olan birey, konserve
kutusunun içindeki bezelye taneleri gibi yer alır: Yusyuvarlak, içine kapanık,
iletişime kapalı. Bütün insanlar eşittir: Yani hepsi insan özünden eşit olarak
pay alırlar. Bütün insanlar kardeştir: Kardeşlik, ayrı moleküller arasında
edilgin bir bağdır; çözümleyici kafanın tasarlayamadığı bir eylem veya sınıf
dayanışmasının yerini tutar. Kardeşlik ilişkisi, çözümleyici toplumda
bireylerin basitçe, mekanik olarak yan yana konmuş olmalarını maskeleyen,
sadece duygusal ve dıştan verilen bir ilişkidir. Bütün insanlar özgürdür.
Tabii, insan olmakta özgürdürler! Bunun anlamı, politikacının eyleminin tamamen
olumsuz (negatif) olması gerektiğidir: Onun işi insan doğasını yapmak,
biçimlendirmek değildir; gelişip açılmasını köstekleyen engelleri kaldırsın,
yeter… Böylece, Tanrıya, doğuma ve soya, yaşa vb. bağlanan ve insanlar
arasında doğal olarak farklılıklar bulunduğu fikrine dayanan çeşitli
“hakjarı” yıkmak arzusunda olan burjuvazi, güttüğü davayı çözümleme
zihniyetinin amacıyla birleştirerek, bu işte kullanmak üzere
“evrensel” (veya “tümel”) mitosunu kurdu. Çağdaş devrimcilerin aksine, burjuvazi
isteklerini ancak sınıf bilincinden vazgeçmek pahasına gerçekleştirebildi:
Kurucu Meclis’teki Tıers-Etats [x] temsilcileri
kendilerini sadece “insan” sayıyorlardı ve tam da bundan ötürü
burjuva idiler.
Yüz elli yıl sonra, çözümleme zihniyeti hâlâ burjuva demokrasisinin
resmi öğretisi; yalnız artık bir savunma silahı haline gelmiş bulunuyor. Eski
Rejim’in kuramlarının “sentetik” gerçekliğini görmemezlikten geldiği
gibi, şimdi de sınıf gerçeğini görmeyi reddetmek, burjuvazinin çok işine
geliyor. Ortada hâlâ sadece insanlar görmekten ve ne kadar çeşitli olursa olsun,
bütün durumlarda insan doğasının özde aynı kaldığını öne sürmekten vazgeçmiyor;
ama bunu proletaryaya karşı yapıyor. Ona göre, bir işçi her şeyden önce bir
insandır —herkes gibi bir insan. Anayasa bu adama oy hakkı ve düşünce özgürlüğü
sağlamışsa, o da kendi “insan doğasını” bir burjuva kadar dile
getirebilecek, gerçekleştirebilecektir. Bazı polemikçı yazarlar çok kez
burjuvayı, kendi ayrıcalıklarını savunmaktan başka düşüncesi olmayan asık
suratlı bir hesap adamı olarak betimlemişlerdir. Aslında insan burjuva doğmaz,
kendini burjuva kılar; bunu, kolektif gerçekliklerin algılanmasını dışlayan,
belli bir çözümleyici dünya görüşünü bir daha bırakmamak üzere benimseyip,
herkese de kabul ettirmeye yeltenmek suretiyle gerçekleştirir. Demek ki
burjuvanın savunması, bir anlamda, sürekli bir durumdur; burjuvazinin kendi
varlığından ayrılmaz. Fakat kendini hep hesap biçiminde dışa vurmaz; burjuvanın
kendine kurduğu dünyanın içinde kalenderlik, özge-severlik, hatta yüce
gönüllülük gibi erdemlere de yer bulunur. Ancak burjuvanın iyilikleri, bireyde
ete kemiğe bürünmüş sayılan evrensel insan doğasına yönelik kişisel
eylemlerdir. Bu anlamda, ancak ustaca bir propaganda kadar etkili olabilirler;
zira bu iyiliklerden yararlanan kimse onları, sunuldukları koşullarda, yani
kendisini bir insan bireyinin karşısında —onun gibi tek— bir başka insan bireyi
olarak düşünmek koşuluyla, kabul etmek zorundadır. Burjuvanın iyilikseverliği,
“insan sevgisi”, kardeşlik masalını besleyip sürdürmeye yarar.
Fakat bir başka propaganda daha var ki; yazar olduğumuza ve bunun
ajanlığını bilinçsiz olarak yazarlar yaptığına göre, bizlerı özellikle
ilgilendiriyor. Yukarda eleştirdiğimiz, yazıcının sorumsuzluğu.efsanesi de
kaynağını çözümlemeci zihniyetten alıyor. Burjuva yazarlar kendilerini kutudaki
bezelye taneleri gibi gördüklerinden, öteki insanlarla aralarındaki dayanışma
bağları da onlara sadece mekanik bir şey, yani basit yanyana konmuşluk durumu
olarak görünüyor. Yaptıkları işi yüce bir edebi görev, bir büyük misyon
saysa-lar bile, kendilerinin ve eş-dostlarınm “doğasını” betimlemekle
bu görevi yerine getirmiş olduklarını düşünüyorlar: Öyle ya, madem ki bütün
insanlar aynı hamurdan, bu yazarlar herkesi kendileri hakkında aydınlatınca
bütün insanlara hizmet etmiş olmuyorlar mı?.. Hareket ettikleri temel ilke
çözümlemeciliğin postulası olduğundan, kendi kendilerini tanımak için de
çözümleme yöntemini kullanmak onlara gayet doğal geliyor. En yetkin örneğini
Proust’un eserlerinde bulduğumuz “entelektüalist” psikolojinin kökeni
de işte burada. Proust, bir oğlancı olarak, Ssvann’ın Odette’e duyduğu aşkı
betimlemekte kendi eşcinsellik deneyimlerinden yardım görebileceğini sandı.
Burjuva olarak, zengin ve aylak bir burjuvanın, kapatması olan bir kadına
duyduğu sevgiyi, bütün sevgilerin ilk örneği (prototipi) gibi sundu. Demek ki,
bazı “evrensel” tutkuların varlığına inanıyordu: Öyle tutkular ki,
onları hisseden bireylerin cinsel karakterleri, toplumsal durumları, mensup
oldukları uluslar veya yaşadıkları dönemler değişse bile, tutkunun yapısı ve
işleyiş biçimi fark edilir ölçüde değişikliğe uğramıyordu… Bu değişmez duygu
hallerini böylece “izole” ettikten sonra, onları daha küçük alt
birimlere, “elemanter parçacıklarına”, indirgemeye de girişebilirdi.
Çözümlemeci yaklaşımın ilkelerine bağlı olduğundan, duyguların da bir
diyalektiği olabileceği aklına bile gelmiyor, burada sadece
“mekanizmalar” görebiliyordu. Görüldüğü gibi, çağdaş burjuvazinin
geri çekilme mevzilerini oluşturan toplumsal atomizm, peşinde psikolojik
atomizmi de getiriyor. Proust kendisi için burjuvalığı biçmiştir kaftan olarak
ve burjuva propagandasının suç ortaklığını üstlenmiştir; çünkü esen,
“insan doğası” mitosunun yayılmasına katkıda bulunmaktadır.
Biz çözümlemeci zihniyetin artık devrini tamamladığına ve bugün onun
tek işlevinin devrimci bilinci.bulandırmak ve insanları, ayrıcalıklı sınıfların
yararına, birbirinden soyutlamak olduğüııa inanıyoruz. Proust’un entelektüalist
psikolojisine inanmadığımız gibi onu zararlı da buluyoruz. Onun tutkulu aşk
çözümlemesini örnek olarak seçtiğimize göre, üzerinde kendisiyle her türlü
anlaşmayı reddettiğimiz başlıca noktaları sıralarsak, okuyucuyu aydınlatmış
olacağımızı sanıyoruz.
En başta, aşk tutkusunun (amour-passion), insan ruhunun yapı
öğelerinden bir duygu olduğu fikrini a priorı olarak kabul etmiyoruz. Deniş de
Rougemont’un ortaya attığı gibi, bu duygunun pekâlâ Hıristiyanlık ideolojisiyle
ilişkili tarihsel bir kökepi olabilir. Biz, genel olarak, bir duygunun her
zaman belli bir yaşam tarzının, belli bir dünya görüşünün dışa vuruluşu
olduğunu düşünüyoruz; bunlar bir toplumsal sınıf veya bir çağın ortak malıdır;
söz konusu duygunun gelişimi, evrimi de ne idüğü bilinmeyen bir iç mekanizmaya
değil, bu tarihsel ve toplumsal etmenlere bağlıdır.
İkinci olarak, bir insan duygulanımının (affection) birbirini değişikliğe
uğratmadan yan yana durabilen moleküler taneciklerden oluştuğu fikrini kabul
edemeyiz. Biz onu iyi kurgulanmış bir makine değil, “organize” bir
bütün, bir “form” sayıyoruz. Aşkın çözümlenmesinin yapılabileceğini
düşünemiyoruz, çünkü bu duygunun gelişimi de, bütün ötekiler gibi, diyalektik’tir.
Üçüncü olarak, bir “dönme”nin aşkının, normal bir insanınkiyle
aynı nitelikleri taşıyacağına da inanmıyoruz. Eşcinsel aşkın gizli ve yasak
niteliği, büyücülük törenine benzemesi, bir tür eşcinsel mason derneğinin
varlığı ve eşcinselin arkadaşını da birlikte cehenneme sürüklediğini
düşünmekten doğan vicdan huzursuzluğu… Bütün bunlar, bize göre, aşk duygusunu
baştan başa ve evriminin en ufak ayrıntılarına kadar etkileyen olgulardır. Bir
insanın çeşitli duygularının yan yana konmuş birimler olmadığını;
bütün duygulanımın (affectivité) sentetik bir bütün oluşturduğunu ve her
bireyin kendine özgü bir duygular dünyasında hareket ettiğini savunuyoruz.
Dördüncü olarak, bireyin köken, sınıf, çevre ve ulusunun, onun duygusal
yaşamını etkilemeyen basit yan koşullar olduğu fikrini reddediyoruz. Tam
tersine, her duygulanım, ruhsal yaşamın öbür formları gibi, bireyin toplumsal
konumunu dışa vurur. Ücret alan, yaptığı işin araçlarına sahip olmayan, bu iş
tarafından maddenin karşısına yapyalnız çıkarılan ve sınıf bilincine vararak
baskı ve sömürüye karşı kendini savunan bir işçi hiçbir durumda, mesleğinin
öteki burjuvalarla nezaket ilişkisi içine koyduğu, çözümlemeci kafalı bir
burjuva gibi duyamaz, duygulanamaz.
Böylece biz, çözümlemeci zihniyete karşı, bıreşımcı (sentetik) bir
gerçeklik görüşünü öne sürüyoruz; bunun temel ilkesi, ne olursa olsun bir
bütünün, kendi parçalarının toplamından doğaca farklı olduğudur. Bize göre
insanların ortaklaşa sahip oldukları şey bir “doğa” değil, bir
metafizik durumdur; bununla, insanları apriori olarak sınırlayan zorlayıcı
koşullar bütününü; doğma ve ölme, sonlu olma, ve dünyada öteki insanlar
arasında var olma zorunluluğunu kastediyoruz. Bunun dışında her konuda insanlar;
fikirleri, mizaçları ve eylemleri ikincil ve bağımlı yapılar olan, ayrıştırılamaz
bütünlükler oluştururlar; bunların temel karakteri de bir duruma oturtulmuş
(sıtué) olmaktır; birbirlerinden farklılıkları, durumlarının farklılığından
ibarettir. Bu anlamlı bütünlüklerin birliği, dışa vurdukları anlamdır; ister
yazı yazsın, ister imalat zincirinde çalışsın; ister bir kravat seçsin, ister
bir kadın, insan hep bir şeyleri dışa vurur: Mesleki çevresini, ailesini,
sınıfını… ve en sonunda, bütün dünya karşısında da belli bir
“durumda” bulunduğundan, dünyayı da dışa vurur. Bir insan bütün dünya
demektir. Her yerde vardır, her yerde eylemde bulunur, her şeyden sorumludur ve
yazgısı da her yerde, Paris’te, Postdam’da, Vladivostok’ta, belirlenmektedir.
Biz bu görüşlere, doğruluklarına inandığımız için, yaşadığımız dönemde
toplumsal bakımdan yararlı oldukları için ve düşünenlerin çoğunun bunları az
çok sezinlediklerini ve istediklerini hissettiğimiz için katılıyoruz. Dergimiz,
gücünün yettiği ölçüde, sentetik bir insanbilim kurulmasına katkıda bulunmak
istiyor. Fakat yine vurgulayalım, amaç sadece saf bilgi alanında bir ilerlemeye
hazırlık değil: Saptadığımız uzun vadeli hedef, bir Kurtuluş’tur. İnsan bir
bütünlük (totalité) olduğuna göre, onu oluşturan öteki etkenlere hiç dokunmadan
sadece oy hakkı vermek yeterli değildir: Kendisini bütünüyle kurtarması
gerekir; yani, hem biyolojik yapısı hem de ekonomik koşullanmışlığı, hem cinsel
kompleksleri hem de durumunun siyasal verileri üzerine etkide, eylemde
bulunarak, kendini başka kılması zorunludur.
Ne var ki, bu sentezci görüş de ağır sakıncalar içerebilir: Öyle ya,
eğer birey, çözümleme zihniyetinin keyfi olarak yaptığı bir
“seçim”den ibaretse, çözümlemeci görüşlerden vazgeçildiği takdirde
kişinin egemenliğinin yerine kolektif bilincin egemenliği konmuş olmaz mı? Bu
durumda, sentezci görüş hak ettiği uygulamayı göremeden, bütün-insan
(l’homme-totalité) daha görünür görünmez “sınıf” tarafından yutulup
kaybolacaktır; var olan yalnız sınıftır artık, kurtarılması gereken de odur!.. İyi
ama, denecek, sınıf kurtarılınca, kapsadığı insanlar da kurtarılmış olmaz mı?
Zorunlu olarak öyle olacağı söylenemez: Hitler Almanyasının zaferi, tek tek her
Almanın da zaferi sayılabilecek miydi? Ayrıca, sentezleme işlemini nerede
durdurmalı? Yarın birileri çıkıp sınıfın da, örneğin “ulus” gibi,
daha geniş bir bütüne bağlı ikincil bir yapı olduğunu söylemeyecek mi?
Naziliğin kimi solcu kafalara son derece çekici gelmesi de hiç kuşkusuz bütüncü
görüşü mutlaklık noktasına vardırmasıydı: Nazi kuramcıları da çözümlemenin
kötülüklerini, demokratik özgürlüklerin soyut niteliğini kınıyorlar; Nazi
propagandası da yeni bir insan yaratma tezini savunuyor, Devrim ve Kurtuluş
sözlerini dilinden düşürmüyordu. Sadece, proletarya sınıfının yerine proletarya
uluslar konuyordu, o kadar. Bireyler sınıfın bağımlı fonksiyonları, sınıflar
ulusun fonksiyonları, uluslar da Avrupa kıtasının fonksiyonları durumuna
indirgeniyordu. Alman işgaline uğrayan ülkelerde işçi sınıfının kitle halinde
işgalciye karşı çıkması, devrimci özlemlerinin zedelendiğini hissetmesi kadar,
kişinin kolektivite içinde erimesi fikrine karşı yatıştırılamaz bir tiksinti
duymasındandır.
Görülüyor ki çağımızda
insan vicdanı çözülmez bir ikilem (antinomie) içinde bocalamakta… Her şeyden
önce insan
kişisinin onur ve haysiyetine, özgürlüğüne, elinden alınamaz haklarına
önem verenler, bu tutumları dolayısıyla, bireyleri gerçek varoluş koşullarının
dışında tasarlayan, onları değişmez ve soyut bir “doğa” ile donatan,
birbirlerinden soyutlayan ve aralarındaki dayanışmaya gözünü kapayan
çözümleyici zihniyete uygun biçimde düşünmeye eğilim gösteriyorlar. İnsanın
kökünün topluluk içinde olduğunu anlamış olan ve ekonomik, teknik ve tarihsel
etkenlerin önemini vurgulamak isteyenler ise kişileri gözardı edip sadece grupları
gözönüne alan sentezci zihniyete yöneliyorlar. Bu antinomi, örneğin,
sosyalizmin kişisel özgürlüklere taban tabana karşıt olduğu şeklindeki yaygın
inançta iyice beliriyor. Böylece, kişinin özerkliğinden vazgeçmek istemeyenler,
za-
rarlı sonuçlarını herkesin bildiği kapitalist liberalizmden başka
gidecek yer bulamıyorlar; ekonominin toplumcu ilkelere göre örgütlenmesini
isteyenler ise, bunu gidip şu veya bu totaliter ve buyurgan rejimden istemek
zorunda kalıyorlar. Günümüzdeki iç huzursuzluğu ve bunalım, bu iki ilkenin en
aşırı sonuçlarının kimse tarafından kabul edilemeyişinden doğuyor: İyi niyetli
demokratlarda bir parça “sentezcilik”, sosyalistlerde de biraz
çözümlemecilik var. Örneğin, Fransa’da radikal partinin durumunu hatırlayalım.
Bunun kuramcılarından biri bir kitap yayınladı; adı “İktidara Karşı
Yurttaş”. Bu başlık onun politikayı nasıl tasarladığını gösteriyordu:
İnsan doğasının molekül halindeki temsilcisi olan tek ve soyut
“yurttaş”, seçtiği adamları denetlese ve gerektiğinde onları özgür
yargısı ile yargılasa, her şey çok iyi gidecekti! Ama radikaller
başarısızlıklarını kabul etmemezlik edemediler; bu büyük partinin, 1939’da,
artık ne iradesi, ne ideolojisi, ne de programı vardı; kendisi de oportünizm
batağına saplanıp kalmıştı. Neden? Çünkü siyasal çözüm kaldırmayan sorunları
siyasal olarak çözmeye kalkışmıştı. En iyi düşünürler bile bu duruma
şaşıyorlardı: İnsan “politik hayvan” olduğuna göre, nasıl oluyordu da
ona siyasal özgürlükleri vermekle bütün sorunları kesin olarak çözülmüş
olmuyordu?.. Parlamenter kuramların serbestçe işleyişi, sefalet, işsizliği,
tröstlerin baskısını ortadan kaldırmayı neden başa-ramıyordu? Partilerin
kardeşçe karşıtlıklarının ötesinde bir sınıf kavgası neden çıkıyordu karşımıza?
Çözümlemeci yaklaşımın sınırlarını fark etmek için fazla uzağa gitmek de
gerekmiyordu. Radikalizmin sürekli olarak sol partilerin bağlaşımının
(alliance) peşinde koşması, neye sıcak baktığını ve bulanık özlemlerinin onu
hangi çığıra doğra güttüğünü açıkça gösteriyordu; ama belli-belirsiz sezinlediği
sorunları, bırakın çözmeyi, sadece dile getirmesini sağlayacak zihinsel
teknikten bile yoksun bulunuyordu.
Öteki kamptaki kararsızlık da daha az sayılmaz. İşçi sınıfı kendini
demokratik geleneklerin mirasçısı sayıyor ve kendi özgürlüğünü demokrasi adına
istiyor. Oysa, gördüğümüz gibi, demokratik ideal, tarihsel olarak, özgür
bireyler arasında bir toplumsal sözleşme biçiminde karşımıza çıkıyor. Böylece;
Rousseau’nun çözümlemeci hak arayışları ile Marksizmin sentezci istekleri
kafalarda sık sık birbirine giriyor, zihinleri bulandırıyorlar. Öte yandan
işçinin teknik formasyonu da onda çözümleme zihniyetini geliştiriyor. Maddeye
ilişkin sorunları o da, bilim adamı gibi, çözümleme yoluyla ele almak zorunda.
İnsanlara yöneldiğinde de, onları anlamak için, işinde kullandığı usyürütme
yöntemlerine başvurma eğiliminde. Böylece insan davranışları üzerinde de, XVII.
yüzyıl Fransa’sında geçerli olan görüşlere yakın bir çözümlemeci psikoloji
uyguluyor.
Bu iki tür açıklamanın aynı anda var olması, dalgalanma ve kararsızlık
belirtisi; Marksizmin, savunduğu bütüncül sınıf kavramına uygun bir sentezci
psikolojiye henüz kavuşamadığını yeterince açık olarak gösteriyor.
Bize gelince, sav ile karşısav arasında çekiştirilmek istemiyoruz: Kırk
katırı da reddediyoruz kırk satırı da… Bir insanın, durumu tarafından
bütünüyle koşullansa da, indirgenemez bir “belirlenmemişlik merkezi”
olabileceğini güçlük çekmeden kavrayabiliyoruz. Toplumsal alanın içinden kesilip
çıkarılan bu “öngörülemezlîk” dilimi, bizim özgürlük diye adlandırdığımız
şeydir ve “kişi” de özgürlüğünden başka bir şey değildir. Bu
özgürlüğü “insan doğasının” metafizik bir gücü olarak düşünmemek
gerek; o ayrıca, ne istediğini yapma serbestliğidir, ne de zincire vurulsak
bile elimizden alınamayan bir çeşit iç sığınak… İnsan ne isterse yapamaz, ama
gene de ne olduğundan sorumludur: İşte gerçek bu! Aynı anda bu kadar çok
nedenle kendini açıklayan insan, bu “kendinin” yükünü sırtlanmaya
sıra gelince yapyalnızdır. Bu anlamda özgürlük bir lanetlenme gibi düşünülebilir
ve öyledir de. Ama yine de insanın yüceliğinin biricik kaynağıdır. Bu olgu
hakkında Marksistler de, açıkça söylemeseler bile, içlerinden bize hak
vereceklerdir, çünkü bildiğimiz kadarıyla, ahlak yargılarında ve kınamalarında
bulunmaktan onlar da geri durmuyorlar!.. Kalıyor bu olguyu açıklamak: Ama bu
filozofların işi, bizim değil. Biz yalnız şu noktaya işaret edeceğiz: Her ne
kadar toplum kişiyi yaparsa da, Auguste Comte’un “öznelliğe geçiş”
adını verdiği olaya benzeyen bir geri dönüşle, kişi de toplumu yapar. Geleceği
olmazsa bir toplum sadece bir hammadde yığınıdır; bu gelecek ise, o toplumu
oluşturan milyonlarca insanın, güncel durumların ötesinde, kendi kendileri
hakkında yaptıkları tasarımlardan başka bir şey değildir.
İnsan bir
“durum”dan ibarettir: Bir işçi, bir burjuva gibi düşünüp duymakta
özgür değildir; ama bu durumun gerçek ve bütün bir insan olabilmesi için,
yaşanması ve belli bir amaca doğru aşılması gerektir. Bir insan
özgürlüğü tarafından kendisine bir anlam yüklenmedikçe, “durum” kendi
başına kişilik taşımaz. Bir özgürlük ona katlanmadıkça ya da karşı çıkmadıkça;
başka deyişle, bir insan kendini oraya yerleştirerek ona bir anlam seçmedikçe,
“durum” ne katlanılır, ne de katlanılmaz diye nitelenebilir. Ancak bu
yapılmışsa, bu özgür seçimin içinde, durum belirleyici olur, çünkü kendisi de
üst düzeyden belirlenmiştir (surdéterminée). Hayır, işçi burjuva gibi yaşayamaz; bugünkü toplumsal düzen içinde,
ücretlilik durumunu sonuna kadar yaşaması, çekmesi gerektir. Bundan hiçbir
kaçış yolu, başvurulacak
hiçbir “merci” yoktur. Fakat insan bir ağacın ya da taşın varolduğu
gibi varolmaz: işçi, kendi kendini işçi yapmalıdır. Sınıfı, ücreti, işinin
niteliği tarafından bütünüyle; duygularına ve düşüncelerine varıncaya dek,
koşullanmış iken, kendinin ve yoldaşlarının durumuna verilecek anlamı
kararlaştıran odur; kendini boyun eğen ya da başkaldıran olarak seçmesine göre,
tamamen özgür olarak, emekçi sınıfına ya süresiz bir ezilme ve aşağılanma
geleceği, ya da bir kazanım ve zafer geleceği sunan da odur. Ve işte bu seçimin
sorumluluğunu taşır. Seçmemekte özgür değildir: Kıstırılmış ve adanmıştır
durumuna (engagé), zira seçmemek de bir seçimdir! Fakat seçmekte, yani bir
hamlede hem kendi yazgısını, hem bütün insanların yazgısını, hem de insanlığa
verilecek değeri belirlemekte özgürdür. Böylece kendini hem işçi hem de insan
olarak seçer ve aynı zamanda proletaryaya bir anlam vermiş olur, işte bizim
kafamızdaki insan böyle bir varlıktır: Bütün insan. Bütün olarak “durumuna
tutulmuş” (engagé), ama bütün olarak özgür… Fakat kurtarılması gereken
de işte bu özgür insandır! Bu, onun seçim olanaklarını genişleterek
yapılabilir. Bazı durumlar, biri ölüm olan iki seçenek sunarlar. Öyle
çalışılmalı ki, insan tüm koşullarda yaşamı seçebilsin…
Dergimiz tüm çabasını, kişinin özerkliğini ve haklarını savunma yolunda
harcayacak; onu bir araştırma aracı olarak tasarlıyoruz: Burada dile getirdiğim
fikirler, somut güncel sorunların incelenmesinde yol gösterici olarak işimize
yarayacak. Bu sorunlara hepimiz ortak bir zihniyet içinde yaklaşıyoruz, ama
belli bir siyasal veya toplumsal programımız yok; her makale yalnız yazarını
bağlayacak. Zamanla genel bir çizgi belirsin istiyoruz sadece. Aynı zamanda,
okuru görüşlerimize yaklaştırmak için bütün edebiyat türlerinden yararlanacağız: Bir şiir
ya da bir roman, bu görüşlerden esinlendikleri takdirde, onların gelişip
yayılmasına elverişli ortamı kuramsal bir yazıdan daha iyi yaratabilirler.
Ancak, bu ideolojik içerik ve bu yeni niyetler, roman türünden ürünlerin
biçimlerini ve tekniklerini etkileme olasılığını da taşırlar; eleştiri
yazılarımız, amacımıza en uygun —yeni ve eski— edebiyat tekniklerini ana
çizgileriyle tanımlamaya çalışacak. Güncel sorunların irdelenmesini, elimizden
geldiği kadar sık tarihsel incelemeler yayınlayarak desteklemeye çalışacağız.
Bu incelemeler, Marc Bloch ve H. Pirenne’in ortaçağı konu alan çalışmaları
gibi, yukarıda dile getirdiğimiz ilkeleri ve onların gerektirdiği yöntemi
kendiliğinden eski çağlara uygulayan, başka deyişle, tarihi keyfi olarak
birtakım tarihçilere (siyasal, ekonomik, ideolojik tarihler, kurumlar tarihi,
kişiler tarihi… vb.) bölme yaklaşımını bırakıp, konu aldıkları geçmiş dönemi
bir “bütünlük” içinde, olduğu gibi bize getiren ve aynı zamanda hem
dönemin kişilerde ve kişilerce dile getirildiği; hem de kişilerin dönem içinde
ve dönem sayesinde kendiliklerini seçip belirledikleri fikrini benimseyen
yazılar olacak.
Güncel haber/yorum
yazılarımızda, kendi zamanımızı anlam taşıyan bir sentez olarak ele almaya ve
bu amaçla, güncelliğin çeşitli dışavurum biçimlerini, modalardan ceza
davalarına, siyasal olaylardan kafa ürünlerine, aynı sentezci görüş içinde konu
edinmeye; onları tek tek değerlendirmekten çok hepsinde ortak olan
“anlamları” bulup çıkarmaya çalışacağız. Bu nedenle, alışılagelmişin
aksine, yetkin olmakla birlikte, savunduğumuz açıdan bize zamanımız üstüne
hiçbir şey öğretmeyen bir eserin sözünü bile etmemekten çekinmeyeceğiz; buna
karşılık, düşük nitelikli, ama bu haliyle bile zamanımızın bir yönüne tanıklık
edebilen bir eser üstünde enine boyuna duracağız. Bu incelemelere her ay,
olabildiğince çeşitli gerçek belgeler de ekleyeceğiz; bunlarda arayacağımız tek
özellik, toplulukla kişinin karşılıklı iç içeliğini açık seçik göstermeleri
olacak. Belgeleri anket ve röportajlarla da destekleyeceğiz. Röportajın bir
edebiyat türü olduğu, zamanla bunların en önemlilerinden biri haline
gelebileceği görüşündeyiz. Söylenenlerdeki anlamları anında ve sezgisel olarak
kavrama yeteneği, bunları ustaca toparlayıp düzenleme ve okuyucuya kolayca ve
dolaysızca çözebileceği sentetik bütünler sunma becerisi, bütün çalışma
arkadaşlarımızda aradığımız niteliklerdir. Çağımızdan geleceğe kalması garanti
olan eserler arasında birkaç röportajın da bulunduğunu hepimiz biliyoruz:
“Dünyayı Sarsan On Gün” ve o harika “İspanya Vasiyetnamesi”
gibi… Nihayet, haber/yorum sayfalarımızda, bizi ilgilendiren perspektifler
çerçevesinde yazılmış psikiyatri incelemelerine en geniş yeri ayıracağız Görülüyor ki projemiz çok iddialı; onu kendi
başımıza gerçekleştiremeyiz. Yola küçük bir ekiple çıkıyoruz; bir yıl sonra
sayımız önemli ölçüde artmazsa, girişimimiz başarısız olmuş demektir. Bütün iyi
niyetli insanları katkıda bulunmaya
çağırıyoruz. Nereden gelirse gelsin, bütün yazılar kabul edilecektir, yeter ki
bizim düşüncelerimizle uyuşan görüşlerden esinlensinler ve ayrıca edebî bir
değer de taşınlar. Sırası geldi, bir noktayı hatırlatayım: “Savgüden
edebiyat” (litterature engagée) deyimini kullanırken, buradaki savgiütme
(engagement) hiçbir şekilde edebiyat’ı unutturmamalıdır. Bütün uğraşımız,
kendisine uygun olan edebiyatı sunmak suretiyle topluma hizmet etmek kadar,
yeni bir kan aşılayarak.edebiyata da hizmet etmeye yönelik olmalıdır.
Türkçesi: İSMET BİRKAN
***
ÇEVİRMENİN NOTU:
“ENGAGEMENT” kavramının karşılanışına ilişkin not.
Kökü, “güvence olarak alman, verilen, elde tutulan şey; rehin,
rehine” anlamındaki gage olan ve Fransız dilinde somut
ve soyut pek çok bağlamda kullanılan geniş bir sözcük ailesi söz konusu.
Bu kökten türeyen engager eylemi, “rehine koymak” olan asıl
anlamından başka, hepsi de: “[belli bir şeyin, durumun, sürecin…] içine
sokmak, yerleştirmek, koymak.” gibi ortak bir semantik değer taşıyan
sayısız anlamda kullanılıyor.
Bütün bunları karşılayacak, tek köke dayalı Türkçe bir sözcük ailesi
kurmak mümkün değil; gerekli de değil.
Bu metinde, engag kökünden gelen sözcükler, hepsi de mecaz olarak, başlıca
üç anlamda kullanılıyor:
1.”Chaque article n’engagera qtıe son auteur” örneği: Her
makale sadece yazarını “işin içine sokuyor”, yani sorumluluk altına
koyuyor, kurtulamayacağı kısıtlı bir duruma yerleştiriyor.
Bu anlamın karşılığı Öteden beri “bağlamak” olarak yerleşmiş;
ben de bu sözcüğü kullandım; “Her makale yalnız yazarını bağlar.”
2.”L’ouvrier est engagé; pas libre de choisir…” örneği:
İşçi [belli bir durumun içinde] yakalanmış, tutulmuş; oraya “batmış”,
konmuş…
Bu kullanımın yerleşmiş bir karşılığı yok. Bağ-kökünü buraya önermek
bence uygun değil, anlamca bir tür “bağlılık” söz konusu olsa da.
Çünkü Fransızcanm “lier, attacher, joindre, (con) necter…” gibi
sözcüklerinin köklerinden gelen bir sürü terimle zaten yükünü tutmuş olan bu
köke bir de bu aileyi yüklemek insafsızlık olur ve de mesajımızın anlaşılmasına
hiç yardım etmez.
Ne yapmalı? .
a)Öteki Avrupa dillerinin yaptığı yapılabilir. İngilizcede aynı kök ve
aile bulunduğu halde, bu anlamda, engaged’ın yanı sıra italik olarak
yazılmış engagé’ ye de pekâlâ rastlanıyor. Kendi “participe”inin ya
anlamını uygun görmemiş, ya da yükünü ağır bulmuş; Fransızcasını olduğu gibi
almış kullanıyor.
b)Ne olursa olsun, bir veya birkaç karşılık önerilebilir. Ben bunu
yaptım. Terim olarak tutar mı bilmem, ama anlam oldukça iyi veriliyor gibi
geldi bana: “İşçi kıstırılmış, durumuna adanmıştır.” Ya da:
“Durumuna tutulmuş…” (“Tutul-“un iki anlamlılığı da lehte
bir puan gibime geliyor.)
Bir nokta: Terimin anlattığı durumda “gönüllülük” kavramı
yok. “Engagé” ilk istek dışı, istek öncesi bir durum. İstekle
yapılması gerekirse, bunun ayrıca belirtilmesi gerek: S’engager gibi. (Burada
anlam bu değil.) istekle, gönüllü olarak yapılan şey, zaten içinde bulunulan
durumun üstlenilmesi, bilincine varılması, ona sahip çıkılması. (Nietzsche’nin
amorfati’si gibi bir şey.) “İstesen de istemesen de durumun bu; ama sen
bunu iste, üstlen ki dönüştirebilesin, aşabilesin; kabullenmezsen, dışında
kalırsan, bunu yapamazsın… Ama sen bilirsin!..” Totalement engagé,
et totalement libre! Et il faut liberer cet homme libre!
Kısaca “angaje olmak”, basitçe “bir şeye söz
vermek” gibi anlaşılmamalı…
3.”Litterature engagé” örneği: Buradaki anlam etkin;
gönüllülük fikri gündeme geliyor: Bir yola, bir çığıra girmiş edebiyat… Peki
böyle bir edebiyat ne yapar? Bir şeyleri izler, peşini bırakmaz, kendini ona
adar; bu da olsa olsa “manevi” bir şeydir; fikir, ideal, ilke…
gibi… İnsanın, örneğin, “kin güttüğü” gibi, o da “sav
güder”… Burada etimolojiyi bırakıp, serbest olarak anlamı vermiş
oluyorum. Gütmek eyleminin bütün ikincil biçimlerini düşünürsek, hayli zengin
bir sözcük ailesi de kurulabiliyor bu deyimin çevresinde; bu da bir artı puan.
Öyleyse:
• Litterature engagée:
Savgüden, savgüder, savgüdücü edebiyat, (ayrı da yazılabilir).
• Engagement: Savgütme,
savgüdüm…
[i] Varlık Dergisi, Aralık 1994. Sayı: 1047
[ii] Les Temps Modernes, Sayı : 1; 1 Ekim 1945; Jean-Paul Sartre, Situations II, Édition
Gallimard, 1948. S.9
[iii]
Ariel: Shakespeare’in kişilerinden. Hava cini. Toprağı (dünyayı) temsil eden
haşarı Caliban’ı “yukarıdan” uslandırmaya çalışır.
[iv] Vesta rahibesi: Romalılarda, tanrıça Vesta’ya hizmet
etmek üzere, ailelerinden alınan, tüm toplumsal ilişkileri koparılan kızlar.
[v]
Lyon’da el tezgâhlarında ipekli dokuyan işçiler. 1831 yılında ücret
anlaşmazlığı nedeniyle ayaklanıp kenti birkaç gün için ele geçirmişlerdi.
Ayaklanma askerle bastırıldı.
[vi]
1830-1848 dönemi. Louis-Philippe’in meşruti krallığı. Çağdaş Fransız
kapitalizminin yapılaşmaya başladığı dönem.
[vii]
23-26 Haziran 1948. Louis-Philippe’in döneminden sonra kurulan geçici hükümet
zamanında, Parisli işçilerin ayaklanması. Yine ordu tarafından bastırıldı.
[viii]
Toulouse’da haksız yere idam edilen Protestan Calas’ın itibarının iadesi için
Voltaire’in verdiği ve sonuç aldığı uzun uğraş.
[ix]
Forces Françaises de l’Interieur (İçerdeki Fransız Kuvvetleri). Alman işgaline
karşı savaşan çeteler. Kurtuluştan (1945) sonra silahsızlandırılmaları sorun
olmuştu.
[x] 1789 devriminin ilk meclislerinde, Soylular ve
Rahiplerin dışında kalan “Üçüncü Sınıf” (yani “halk”;
gerçekte Burjuva) temsilcileri.