Önümüzdeki günlerde, galiba mayıs ayının ilk haftasında, alt başlığı “Türk Sağının İdeolojik ve Siyasi Arka Planı” olan AKP’nin Kısa Tarihi adlı yeni kitabım Sia Kitap yayınevi tarafından yayınlanacak. 430 sayfalık kitabın önsözünü bilgi ve ilginize sunuyorum.
Bu ülkede kim ki Cumhuriyet’i kendine layık görmemektedir, kendisi Cumhuriyet’e layık değildir. En başta Üç Tarz-ı Siyaset’in [ii] Panislamcı ve İslamcı kesimi, kesinlikle Cumhuriyet’e layık değildir. Kim ki aşağılamak için cumhuriyetin önüne Kemalist sıfatını koymaktadır, Cumhuriyet’e kesinlikle layık değildir. Kim ki ısrarlı bir şekilde ve utanmadan “Kemalist Cumhuriyet, Müslüman dindarları, gayrimüslimleri, Kürtleri, Alevileri, köylüleri ezmiş ve ötekileştirmiştir,” demektedir, Cumhuriyet’e hiç mi hiç layık değildir. Ancak, 2013 yılında 90 yaşına girecek olan Cumhuriyet’in İslamcılardan, Panislamistlerden başka samimi, inançlı, yeminli ve sürekli beğenmeyeni ve düşmanı yoktur. Neo Muhafazakârlarlar, neoliberaller, müflis ve miadı dolmuş solcular gibilerin hepsi dönemsel düşmanlardır. Bunlar arasında bazı müflis ve miadı dolmuş solculara içtenlikle acırım: Aileleri, yaşamları yani biyografileri yüzünden Cumhuriyet karşıtı ve düşmanı olmuşlardır. Dedeleri, babaları ve kendi kusurlu geçmişleri yüzünden Cumhuriyet’le hesaplaşmak, ona hesap sormak, ondan intikam almak isterler. Öykülerini ve gerekçelerini çok iyi bilirim, ama terbiye gereği açıklamam. Çıkar ve para karşılığı olarak Cumhuriyet karşıtlığı ve düşmanlığı yapan sefil toplumculara, tutmalara, yanaşmalara, kuyruklara ve ücretli askerlere gelince, bunları “adam sınıfı”ndan saymam.
Eğri Oturup Doğru Konuşalım:
Derin korku ve travmaları olan Cumhuriyet, Müslüman dindarlara, gayrimüslimlere, Kürtlere, Alevilere, köylülere, 1923-1945 yılları arasında, topluduruma bağlı olarak (konjonktürel olarak) zaman zaman iyi davranmamıştır. Bu inkâr edilemez. Ama topludurum (konjonktür) dediğimiz olguyu ve şeyleri genelleştirmek ve peşini hiç bırakmamak derin ve tedavisi mümkün olmayan bir ruhsal hastalığın belirtisidir. Başta Almanya, Sovyetler Birliği, ABD olmak üzere bütün dünya, kendi Kürdüne, kendi dindarına, kendi işçisine, kendi azınlığına Türkiye’den daha iyi davranmamıştır. Bir ayıp ve günah varsa (ki vardır) bu, bütün dünyaya aittir. İkide bir, İstiklal Mahkemeleri’nden, bastırılan Kürt isyanlarından, Varlık Vergisi’nden, Cumhuriyet ve laikliğe karşı kalkışmaların kovuşturulmasından, komünist tevkifatlarından söz etmek zihinsel ve ruhsal hastalık belirtisidir. Bunlar unutulsun diyen yok! İnceleneceklerse bir kadavra incelenir gibi, bir cesede otopsi yapılır gibi yapılmalı. Böyle yapılırsa, her kötülük doğrudan doğruya Kemalizme ve erken Cumhuriyet dönemine bağlanmaz. Kadavra serinkanlılıkla incelenir, otopsi sapıtmadan, bilinçli bir şekilde yapılır. Ne yazık ki böyle yapılmamıştır: Sözde tarihçiler, kötülemek ve suçlamak için, Cumhuriyet devrimlerinin halka sorulmadan yapıldığını iddia etmişlerdir. O zaman ben de, “Bre hödükler, hangi halk bir öncü peşinde gitmeden devrim yapmıştır ve hangi öncü devrimci halka sorarak devrim ve reform gerçekleştirmiştir?” diye sormak zorunda kalmışımdır. Yüzde 98’i okuma yazma bilmeyen halk, Cumhuriyet’in Harf Devrimi yüzünden bir gecede cahil konumuna düşürülmüş; medreseler, tekke ve zaviyeler kapatılmış (Ki doğrudur! Ama neden?), camiler kapatılmış (yalandır), depo (kısmen doğrudur) ve ahır (yalan ve iftiradır) yapılmış… Bereket, camilerin meyhane ve kerhane yapıldığını ileri sürecek kadar vicdansız ve akılsız değiller.
Gerçekleri ve Doğruları Konuşalım Dış destek ve kışkırtı olmasaydı, bu rezilliklerin, bu ihanetlerin hiçbiri günümüz boyutlarında olmazdı. Ama kuklacılık yapan, uzaktan kumanda aletini elinde tutan emperyalizme, küresel sermayeye, CIA’ya ve ABD’nin ona bağlı sivil toplum örgütlerine, Almanya’nın vakıflarına kızmaya hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Atalarımız ne demiş? “Keçi kuyruk sallamazsa teke mekildemez!” İktidardaki hükümeti beğenmemek, onu değiştirmek, onun yerine geçmeyi istemek başka, iktidarı ele geçirip devletin yapısını ve rejimini değiştirmeye yeminli olmak başka. Bunlardan birincisi demokratiktir ve yasaldır; ikincisi ise anayasa ve yasadışıdır. Erbakan Hoca’nın Milli Görüş partileri: Milli Nizam, Milli Selamet, Refah (Anayasa Mahkemesi kapattı), Fazilet (Anayasa Mahkemesi kapattı) partileri ikinci türden siyasal partilerdir. Hedefleri laik Cumhuriyet’i yıkmak idi. Türkiye’ye karşı kendi hesap ve çıkarlarına uygun bir müttefik arayan emperyalizm ve küresel sermaye bu damardan bir ortak bulmak, yoksa çıkarmak, hazır değilse hazırlamak zorundaydı. Hatırlamak için, bu yılın mayıs ayında yayımlanan “Başbakan Erdoğan’ı Kendisiyle Yüzleştirelim mi?” [iii] başlıklı beş yazımı okumanızı tavsiye ederim. Emperyalizm ve küresel sermaye, “İsviçre’de öğrenim görmüş kasaba kızı”na benzeyen Türkiye’yi yüz yıldır çıkarlarının odağında olan Ortadoğu’da istemiyordu. Çünkü Araplara kötü örnek oluyordu. Bu nedenle, en kısa zamanda eski haline dönmesi, tekrar muhafazakârlaşması, başını örtmesi, törpülenmesi, yeniden ehlileştirilmesi gerekiyordu. Bu nedenle, 1990’ların ortalarında harekete geçip dönemin Refah Partisi il başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı buldu. Anayasa Mahkemesi’nin elinden bir oylama hilesiyle kurtulan AKP, iktidarda bulunduğu on yıl içinde Cumhuriyet’in içini boşalttı ve Suriye kapılarına dayandı. Emperyalizm, küresel sermaye ve küçük ortakları AKP’nin amacı: 2023 yılına kadar 1923 Cumhuriyeti’nin defterini dürmek. Bu arada, AKP yardakçılarına serzenişte bulunmak “tenezzül” sınırlarını zorlar. Cumhuriyet’in ve cumhuriyetçilerin de bir tek amacı (var diyemiyorum) bu defteri dürdürmemek olmalı.
İ Aydınlık, 29 Ekim 2012.
ii[i] Yusuf Akçura, Lotus Yayınevi. Kitap, “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusuna ciddi bir cevap arayan ilk yazılı metindir. 1904’te yayımlanmıştır. İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ekseninde irdelemelerde bulunan bir eserdir
iii Kitabın 30-43 sayfaları arasında okuyacaksınız.
Adam
gibi bir adamın, şerefli bir yazarın elinden çıkmış bir kitap [ii]
. Tarih kitabı. Ama yazar tarihçi değil. Belki
Dr. Georgios Nakracas’m tarihçi olmaması ele aldığı konu için en büyük şans.
Yazarın çok belirgin bir amacı var: Anadolu Rumlarının, Anadolu’dan mübadele
ile Yunanistan’a giden göçmenlerin soy kökenleri. Bu bağlamdaki yorumlar Yunan
tarihçiliğinin ve milliyetçiliğinin en önemli hurafesini oluşturmakta: Anadolu
Rumları, üç bin yıllık süreklilik içinde Eski Yunan kolonicilerinin, İonların,
vb., katışıksız torunlarıdır ve bunlar Yunan ulusal bilincini değiştirmeksizin
korumuşlardır. Bunun anlamı şu: Türlü nedenlerle bundan üç bin yıl önce
Anadolu’nun Ege kıyılarında koloni kuran eski Greklerin ulusal bilinci günümüze kadar
gelmiştir.
Dr.
Nakracas, Yunan halkının 1922 yılında düştüğü tuzağa tekrar düşmemesi için,
zaman zaman Yunanistan Yunanlığına da değinerek Anadolu Rumluğunun üç bin
yıllık sürekli Hellenizmle bir ilişkisi olmadığını kanıtlamaya çalışıyor ve
bence bunu çarpıcı bir inandırıcılıkla başarıyor.
Dr. Nakracas’m kanıtlamaya çalıştığı düşünce Yunan
varlığı kadar Anadolu Türklüğünü de ilgilendiriyor. Dolayısıyla kitabı Türkler
için de son derece önemli, büyük bir dikkatle okunması gereken bir çalışma.
“Batı Avrupa halklarının aydınlar sınıfı, “arkeon imon progonon”
yani “eski atalarımızın torunlarıyız” diye düşünülebilecek bir Avrupa
halkının bulunmadığını çok iyi bilmektedir.” [iii] Bunun ‘böyle’ olduğunu anlamak için yapmamız
gerekeni yapacağız ve tarihteki insan hareketlerinde ulus kavramı ile soy ve
ırk kavramlarını birbirinden ayırmayı öğreneceğiz. Tarihsel zaman içinde belki
‘varlık’ olarak varlığını sürdürmesine karşın hiçbir soy ve ırk ad, ve unvan
olarak sürekli değildir; kültürel, ekonomik ve siyasal egemenliğini yitiren
halk zaman içinde bir başkası olur, kılık değiştirir. Yunan milliyetçiliği günümüz
Yunan halkının Antik Yunan’ın devamı olduğu savını Alman tarihçi Jacob Philipp
Fallmerayer yerle bir ediyor: Fallmerayer’e göre eski Yunan soyu kaybolmuş ve
onun yerini Hellenleşmiş Slavlar ve öteki halkların karışımı almıştır. [iv]
İnsanların
yurtları patates-insan tarlaları değildir ama üç bin yıllık sürekli Hellen
varlığı savını irdelemek için Anadolu’nun insan yapısını betimlememiz
gerekiyor. Bilinen tarih içinde Anadolu egemenleri ve halklar:
Hitit Dönemi,
Frig Dönemi, Kimmerler Dönemi, Lidler Dönemi, Med (Pers) Dönemi. Anadolu tam
anlamıyla bir Kavimler Kapısı, göçmen barınağı, sanki dönemin ABD’si. Hitit
Devleti elbette İ.Ö.1200 yılında ortadan kalktı, ama Hititler yerlerinde ya da
bir başka yerleşim yerinde ama Anadolu’da yaşamayı sürdürdüler. Her yeni gelen
insan dalgası, Anadolu’nun türlü tenceresine girdi ve bir daha oradan çıkmadı.
Anadolu’da
Persler Dönemini izleyen dönemler:
Madekon-Roma
Çağı (İ.Ö.334-63), Roma Dönemi (İ.S.17-334), Erken Bizans (İ.S.334-610), Orta
Bizans Dönemi (İ.S.610-1025), Bizans-Selçuklu Dönemi (1071-1261), Bizans-Moğol
Dönemi ve Türk Emirlikleri (1261-1331), Osmanlı-Moğol Dönemi ve Karaman
Emirliği (1331-1466), Osmanlı Dönemi (1446-1922). Aynı insan süreci kuşkusuz
1922’ye ve günümüze kadar sürdü.
Şimdi gelelim, “1922 bozgunundan sonra Anadolu’dan ayrılmak
zorunda kalan, daha sonra Mübadele ile
Yunanistan’a gönderilen Rumlar saf kan Hellen miydi? sorusuna olumsuz
yanıt veren Dr.Georgios Nakracas’ın tezine: “Rumların Eski Yunan koloniciler ve
İoanlar ile soysal ilişkileri ya yok denecek kadar azdır ya da hiç yoktur. Eski
Yunan koloniciler yalnızca kıyı şeridine yerleşmiş ve orada güçlü koloni kentleri
kurmuşlardı. Sayılan nisbeten az olan Yunan koloniciler daha sonraları bir
yandan yerli halklar, öbür yandan zamanla Anadolu’ya göç eden veya orada devlet
kuran çeşitli uluslar kaynaşarak, Anadolu halklar mozayiğininin artık kolay
ayırdedilemeyen bir öğesini oluşturmuşlardı.” [v] (s. 13-14)
Nedenleri ne olursa olsun İ.Ö.
VIII yüzyıldan VI. yüzyıla kadar eski Hellas’dan Akdeniz, Marmara ve Karadeniz
kıyılarına göçler oldu. Göçmenler buralarda koloniler kurdular. Koloniciler
geldiğinde 800 yüzyıldır Hitit krallığı ve Ege kıyılannda en azından 400 yıldır
Lid,Kar ve Lik halkları vardı.
Bir
ad uydurarak Ubidi adlı bir erkeği varsayalım ve örneğimizi somudaştıralım.
Kolonicilerin bölgeye gelmesiyle bizim Lidyalı Ubidi toplumsal zorunluluk ve
gereklilikler sonucu Yunanca öğrenerek Hellenleşti ve ailesi bu kimliği
sürdürdü. Epeyce yüzyıl sonra hıristiyanlığı
kabul etmesiyle Ubidi’nin torunlan da hıristiyanlaştı. Buna karşdık, kıyı
kesiminin Yunan kolonicilerinin ulaşmadığı iç kesimlerde, Konya, Amasya, Sivas,
Gümüşhane gibi yerlerde Hellenleşme doğrudan dil aracılığıyla olmadı. Yerli
halklar (Kelkitler, Kaldeliler, Makronlar, Khalibler, vb.) Bizans döneminde
ilkin hıristiyanlaştılar ve Yunanca yazılmış İnciller aracılığıyla Yunanca
öğrenerek Hellenleştiler. Üçüncü tip Rumlann ataları ise 17. yüzyıldan itibaren
Trakya, Makedonya, Yunanistan ve adalardan ekonomik nedenlerle Anadolu’ya
göçmüştü. Bu ekonomik göçmenlerin çoğu Hellenleşmiş Slav’dı. Günümüzden
200-250 yıl öncesine kadar Yunanistan’da
Yunanca konuşulmadığı dikkate alınacak olursa bu durum tahminden çok gerçeğe yakındır.
Türkler 1071’de Anadolu’ya geldiği
zaman karşısında soy bakımından Yunan olmayan ama türlü nedenlerle Yunanca
konuşan Hıristiyan insanlar (Rumlar) buldu. Bu insanların büyük bir çoğunluğu
200-250 yıl içinde Müslüman oldu, Osmanlı halkının kurucu dili olan Türkçeyi
öğrendi. Daha sonra, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğunun öteki halklan gibi
Anadolu insanı da kendi ulusal kimliklerini buldu. Özetlersek: Yunan
kolonicilerinin gelmesiyle Yunanlaşan Lidyalı Ubidi’nin torunlarının bir bölümü zamanla Müslüman ve Türk olup
Anadolu’da kaldı; torunlarının bir
bölümü ise Hıristiyan dinini kabul edip Hellenleştiği için 1922’de ya da
Mübadele’de Yunanistan’a gitmek zorunda kaldı.
Amatör tarihçi Dr. Georgios Natracas böyle diyor. Hemşerimizin (belki
kimilerinin yakın ya da uzak akrabasıdır) yazdıktan benim aklıma yatıyor. Siz
de okuyun, zaman ve emeğiniz boşa gitmez.
Yazann
Türk-Yunan ilişkilerinde kullandığı tarafsız ve anlayış dolu dil beni çok etkiledi.
Ancak Belge Yayınlan’rının yayımladığı
kitabın arka kapağında ise, “1922’deki Türk mezalimi yüzünden kurban
vermiş bir aileden gelen yazar, bu kitabıyla 1919-1922 döneminde Anadolu’daki
Yunan mezalimine verdiği kurbanlardan canı yanmış Türk ailelerine üzüntüsünü
bildirir ve onlardan sembolik olarak af diler” yazmakta.
Yazar, Dr. Georgios Nakracas kitabının herhangi bir yerinde ‘Türk mezalimi’nden yani Türk zulmünden söz etmiyor. Yayıncı, yazarın kitabında kullanmadığı bir sözcüğü Türk ulusuna neden lâyık görüyor acaba? Arka kapak yazarının “Yunan Mezalimi”ni de yazdığı savunma olarak söylenebilir. Ama bir istilacı ile istilacıya karşı kendini savunan ordu ya da halkın işleri aynı kefeye konulamaz. Irkçı milliyetçiliğe, şovenizme karşı olalım, nesnelliğimizi koruyalım ama kendi ulusumuza karşı da âdil olmayı becerelim. Bu nedenle, Belge Yayınları’nın bu tutumunu tuhaf karşıladığımı söylemeliyim. ——————————————————————————–
Son ayların siyasal hayhuylarının
yarattığı boğuntu içinde “SİTE”yle pek ilgilenemedim. Buna karşın hergün 200 dolayında
arkadaş siteye girip kazı yapmış. Bugün siteye koyduğum yazı Varlık edebiyat dergisinin
kasım 1994 sayısında yayımlanmıştı.25 yıl oluyor. ÇileTörenleri (Varlık Yayınları,
1995) adlı kitabımda yayımlanmıştı; daha sonra YazmasamOlmazdı (Doğan Kitap, 2004) adlı kitabımda yer aldı. Çeyrek asırdır
güncelliğini yitirmeyen bu yazı bu yayın döneminde Tekin Yayınları tarafından yayınlanacak
olan Yozlaşmanın
Tohumları adlı kitabın önsözü olarak yayımlanacak.
Varlık Dergisi’nin sorusu: “Son günlerde kitle iletişim
araçlarında yer alan, devlet ve hükûmet adamlarının da adlarının karıştığı
yolsuzluk olayları, politika dünyasında yaşanan yozlaşmanın hangi boyutlara
ulaştığını bir kez daha gözler önüne serdi. Politika dünyasındaki her eylemin
toplumsal yaşamımızla ilgisi pek çok konuyu etkilediği, hatta belirleyici
olduğu bilinen bir gerçek. Bir başka gerçek ise, yozlaşmanın toplumsal
yaşamımızın hemen her alanına hızla yayılıyor olması…
• Bir edebiyatçı olarak sizce, bu noktaya gelinmesine hangi etkenler
neden oldu?
• Bu yozlaşmanın önünün alınabilmesi için özellikle neler yapılmalı?”
***
Bugünkü yozlaşmanın tohumları, Demokrat Parti’nin Celal
Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından kurulmasıyla
birlikte ekilmiştir. 14 mayıs 1950 ise yalnızca Demokrat Parti muhalefetinin
değil, aynı zamanda “karşıdevrim”in de iktidara geçişidir. Cumhuriyet Halk
Partisi’nin tek parti yönetiminden İkinci Dünya Savaşı sırasında iyice bunalan
halk, Demokrat Parti’yi çok somut, çok acil gereksinim ve amaçları için
desteklemişti: demokrasi, özgürlük, eşitlik, toplumsal ve ekonomik gelişme,
çağdaş yaşam… Halk, tek parti yönetiminin, insan haklarına dayalı çağdaş demokrasiye
dönüşmesini istiyordu. Halk, bu nedenle, muhalefeti döneminde ve 1950 seçimleri
öncesinde bir tür sol politik söylem kullanan Demokrat Parti’nin peşinden
gitti; 1946 seçimlerinde Arslanköy (Mersin) olaylarında görüldüğü gibi oy
sandığını canı pahasına savundu. 14 mayıs 1950 günü Demokrat Parti’yi iktidara
getiren halk, ezanı Türkçe’den Arapça’ya çevirsin, imam-hatip okullarını açsın,
öğretim birliğini bozsun, Cumhuriyet devrimlerinin temellerini dinamitlesin
diye bu partiye oy vermemişti; tam tersine çağdaş cumhuriyet, çağdaş demokrasi,
insan hakları, toplumsal refah için oy vermişti. Ama Demokrat Parti, kendisini
iktidara getiren halka on beş gün içinde ihanet etmeye başladı. Bu ihanet,
politik yelpazenin ortasının sağında yer aldığı ileri sürülen partiler (Adalet
Partisi, Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi) marifetiyle sürdürülmüştür. Bu
partiler, evrensel anlamda merkez ve merkez sağ partiler gibi, gerçekten
demokrat ve liberal partiler olmamışlar, olamamışlar; ancak, bu sıfatları,
aşırı sağı besleyen bedenlerini gizlemek için kullanmışlardır. Bu partiler için
demokrasi “çoğunluğun diktatoryası”, kapitalizm “vahşi kapitalizm”, liberalizm
ise “vurgun ve kapkaç düzeni” olarak anlaşılmıştır. Son aylarda yılan
hikâyesine dönüşen özelleştirmenin, yani KİT’lerin özelleştirilmesinin geçmişi
Demokrat Parti’nin 1946 parti programına dayanır: “İktisadi Devlet
Teşekkülleri’nin (KİT’lerin eski adı) özel teşebbüse devri.” “KİT’ler
özelleştirilsin mi, yoksa yeniden düzenlensin mi?” sorusu geride kaldığı için,
biz şöyle bir soru sorma hak ve özgürlüğüne sahibiz: “Demokrat Parti, Adalet
Partisi ve Anavatan Partisi KİT’leri tek başlarına özelleştirebilecek
milletvekili çoğunluğuna sahip olmalarına karşın bu işlemi neden
gerçekleştirmemişlerdir?”
Merkez sağ partilerin yıktığı laik ve eğitim-öğretim
birliğine dayalı eğitim düzeninin tarihi gözden geçirilmeden bugünkü
yozlaşmanın gerçek boyutları anlaşılamaz. Bu yozlaşma haziran 1950’de
başlamıştır, ancak cumhuriyetçi, demokrat ve aydınlanmacı öğretmen kadroları
karşısında başlangıçta başarılı olamamış; bu kadroların emekli olmaları,
kimilerinin meslekten uzaklaştırılmaları sayesinde, 1960’ların ortalarından
itibaren alabildiğine hızlanmıştır.
Bu yozlaşmada basının, özellikle büyük gazetelerin olumsuz
payını unutmamak gerekir. Bir soru: halktan somut bir istek gelmemesine karşın,
Kuran’ı hangi gazete promosyon olarak okurlarına vermiş, bu gazeteyi hangi
gazeteler izlemiştir ve bu “din sömürüsü” kaç yıl sürmüştür?[ii]
Bir başka soru: dünyanın en modern binalarına, dünyanın en modern basım
olanaklarına sahip olan yazılı basının meslekî yozlaşması hangi düzeydedir?
13 ekim 1994 tarihli Fransız gazetelerinde, iletişim eski
bakanlarından Alain Carignon’un (aynı zamanda Grenoble kenti belediye başkanı)
“pasif rüşvet” suçlamasıyla tutuklandığını okuyoruz. Bu arada İtalya’daki
“Temiz eller operasyonu”nu anımsayabiliriz. Demek ki yozlaşma bağlamında
Türkiye yalnız değil.
Yozlaşmanın evrensel kaynaklarında ortak noktalar var:
• Toplumsal kurtuluş idealinin, ideallerinin yıkılıp
parçalanması, ortak yazgı bilincinin sarsılması, insanları “gemisini kurtaran
kaptan” olmaya özendiriyor.
• Yazı kültürü ve Aydınlanma’nın yarattığı, hümanist ve
toplumsal bilinçle donanmış “birey” modeli, “görüntünün imparatorluğu”nda
itibarını yitiriyor;
• “Yazı”nın yerini “sayı”, “bilimci”nin yerini “mühendis”,
“felsefe”nin yerini “istatistik” alıyor.
• Evrensel aydının (entelektüelin) yerine “yuppie”, yazarın
yerine “gazeteci” geçiyor;
• Devlet, gangsterizm ve polis aynı mekânda yaşıyor; yeraltı
dünyasının insanları politikacı oluyor, politikacılar yeraltına iniyor.
• Toplum yığışıma dönüştükçe etik denetleme gücünü
yitiriyor; yığışım kitlede hızla güçlenen milliyetçilik ve köktendincilik
“gayrimeşru olan”ı meşrulaştırıyor.
“Evrensel umut”un örselenmesi “köşe dönme” yanılsamasını
körüklüyor ve köşe dönen örnekler yanılsamanın yanılsamasıyla, bu modeli
yaygınlaştırıyor; bunun sonucu olarak da pozitivist ahlakın yerine sözde
postmodern ahlak geçiyor: yani, “Her şey mümkündür, evrensel gerçek yoktur”
anlayışı.
Bu kaostan, yazı ve kâğıt uygarlığını yaşamış (yaşamakta
olan) toplumların kurtulmaları belki mümkün olacak; demokratik toplum totaliter
ve faşist topluma dönüşmemek için direnecek. Nasıl? Demokrasiyi güçlendirerek,
bireyi ve insan haklarını savunarak, açık ve saydam toplumu onararak.
Türkiye gibi yazı ve kâğıt uygarlığı toplumu olamamış
yığışımlar, pragmatik sayı ve görüntünün egemenliğinde, hızla sürüleşecekler ve
bu sürülerin içindeki Führer larvaları “kurtarıcı” konumuna gelecektir.
Türkiye bu kıyametten kurtulabilir mi? Yazı ve kâğıt
uygarlığı toplumu, insan haklarına dayalı, her bakımdan demokrat ve liberal bir
toplum olarak kurtulabilir. Ancak, sağduyusuna güvenilen halkların yozlaşma
karşısında totaliter milliyetçiliğe ve dine sığınma kolaycılığını seçtikleri,
tarih boyunca çok görülmüştür. Türkiye, yozlaşmayla birlikte, yozlaşmayla iç
içe böyle bir yanılsamayı yaşıyor. Tarihin bu noktasında Türkiye’nin merkez
sağına çok iş düşüyor. Yozlaşmanın durması, hiç değilse (şimdilik) gerilemesi
bu kesimin demokrasiyi bütün kurumlarıyla benimsemesine, onu savunmasına ve
yaygınlaştırmasına, onu toplumsal yaşama yansıtmasına ve demokrasiyi halkın
umuduna dönüştürmesine bağlı.
DYP & SHP koalisyonunun ilk günlerinde bunun için
tarihsel bir fırsat yakalanmıştı. Ancak DYP’nin geleneksel hastalığından
kurtulamaması bu tarihsel fırsatın kaçırılmasına yol açtı. Özelleştirme ve
demokratikleşme ikileminde sorumsuzca goygoyculuk yapan medyanın kamuoyunu
yanıltması bu fırsatın kaçırılmasını alabildiğine hızlandırdı. Demokratikleşme olmadan,
gerçek ve toplum yararına bir özelleştirmenin de olamayacağını savunanları
hedef tahtası haline getirmesi, medyanın ne ölçüde çağdışına düştüğünün en
önemli kanıtıdır.
Fırsat çıkmışken çuvaldızı da kendimize batıralım:
edebiyatın, sanatın “ortamı” bu yozlaşmadan hangi ölçüde etkilenmiştir? Bu
soruyu kendimize sormak zorundayız. Edebiyat ve sanatın değerlendirme
dizgelerinin bu yozlaşmadan pay almadığını ileri sürmek çok zor. Ben, kendi
adıma, yazarın, uzun süredir bir yana bıraktığı aydın (entelektüel) kimliğine
geri dönmesi gerektiğini düşünüyorum: onun, Voltaire, Diderot, Jean-Jacques
Rousseau, Émile Zola, André Gide, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi
yazarların geliştirdiği aydın-yazar kimliğine yeniden kavuşması gerektiğini
düşünüyorum. Yazar, yazı ve kâğıt uygarlığının simgesi olduğunu anımsamalı ve
medya egemenliği karşısında kapıldığı aşağılık duygusundan kurtulmalıdır.
Yazarı ve edebiyatı onarmamız gerektiğini düşünüyorum. Yazarın, belki de,
onurunu kurtarmak için bir “şeye” angaje olması gerekecektir. “Angaje” ve
“edebiyat” sözcüklerinin bir kez daha yan yana kullanılması olasılığından
tüyleri diken diken olacakların yüzleri gözümün önüne geliyor. Jean-Paul
Sartre’ın angaje edebiyatı savunduğu Présentatiton
des Temps Modernes başlıklı yazısı dilimize, ne yazık ki, çok eksik ve
biraz da saptırılarak çevrilmiştir;[iii]
hele gönüllü (“engagé” sözcüğünü Türkçeye çevirenler bu sözcüğün karşılığı
olarak neden “güdümlü” ve “bağımlı” sözcüklerini düşünmüşler de “gönüllü”
sözcüğünü akıllarına getirmemişler, anlamıyorum) edebiyatta, gönüllü oluşun,
edebiyatı hiçbir zaman unutturmaması gerektiğini anımsattığı cümle hiç
çevrilmemiş ve Sartre’ın böyle bir cümle yazmış olduğu anımsanmamıştır.
Politikanın, bürokrasinin, özel girişimin, banka ve paranın
içinde bulunduğu durumu tanımlamak için “yozlaşma” sözcüğü yetersiz kalıyor.
Fransızlar bu tür durumlarda “lacorruption” (bozulma,
çürüme; bozulmuşluk, çürümüşlük; baştan çıkma, baştan çıkarılma; ahlak
bozukluğu; rüşvet, para yeme, para yedirme) sözcüğünü kullanıyorlar. Bu
karşıtlıkların arasından “çürüme”yi seçiyorum ben.
Toplum bütün üst katmanları ve çarklarıyla çürürken; çürüme,
sistemin sürekli niteliğine dönüşürken; sokaktaki oy deposu insan çürüme
modeline alışıp bu modeli kendisine örnek alırken; çürüme bir yandan
milliyetçiliğe, öte yandan dine sığınıp onları bir tür zırh ve mızrağa
dönüştürürken; toplum milliyetçilik ve din sayesinde (yüzünden) körleşirken;
aynı toplum yazılı basın ve görsel medya yüzünden akıl ve imgelem tutulmasına
uğrarken, “yazar”ın kendini kıyafet balosunda sanması, durumunu giderek
güçleştirmektedir. Yazar, bir kez daha rolüne karar vermek zorundadır: kralın
soytarısı, meddah, kurban, sözcü, çanak yalayıcı, erkete, vicdan muhasebecisi,
paparazzi… Hangisi?
Şimdi, “Yazar, ‘yazar’ olsun!” diye haykırdığını duyuyorum
tinercilerin. Ama ben, “Yazar, ‘yazar’ olmasın!” demiyorum ki, ben yazar
olmanın öncesinden ve sonrasından söz ediyorum. Mademki kendini kıyafet
balosunda sanıyor, bu baloya hangi kıyafetle katılacak, onu soruyorum.
[i]
Varlık dergisinin açtığı soruşturmaya verilen
yanıt. Kasım 1994. “Yazmasam Olmazdı”, Doğan Kitap
Prof.Dr.Ahmet Mumcu!nun Türkler;
Devlet ve Hukuk (Turhan Yayınevi) adlı kitabından iki alıntı yapacağım:
“Dünyada örgütlü bir cehaletten daha feci ve tehlikeli bir şey yoktur” (Johan W.Von Goethe)
“Cahillik kuvvettir” (George Orwel)
Benim de Cehaletin Rönesansı ve Egemenlik
Cehaletindir adlı iki kitabım olduğunu belki biliyorsunuzdur.
Eski Ulaştırma Bakanı, Eski Başbakan,
Eski TBMM Başkanı, R.T.Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adayı
Binali Yıldırım her konuşmasında bir gaf yapıyor, fincancı dükkanını dağıtıyor.
Suçun büyüğü elbette aday Yıldırım’ın danışmancılarında. Bay Binali Yıldırım,
Fener Rum Patriği Bartholomeos’un yaş gününü kutlarken “Ekümenik Patrik” diye
hitap etmiş. Binali Bey’in “Ökümenik Patrik”in ne anlama geldiğini bildiğini
sanmıyorum. Danışmanları da bilmiyor. Ancak Binali Bey’i eleştiren medya
erlerinin de konuyu bilmedikleri “ekümenik” demelerinden belli.
Hürriyet’te yazarken bu konuyu bizzat
Patrik Bartholomeos’la konuştum ve tartıştım. Elbette uzlaşamadık ama o bana
ABD Kongresi tarafından bastırılan “Ökümenik Patrik Madalyası” armağan etti.
Patrik Bartholomeos hazretleri Bozcaada doğumludur, çok kültürlü, çok zarif,
hümanist bir insandır. Kendisini sever ve sayarım ama ökümenik değildir.
Eski yazılardan üçünü bilgi ve
ilginize sunuyorum.
Özdemir İnce
13 Haziran 2019
***
Siyah / Beyaz Yayınları
FENER RUM PATRİKHANESİ NEDEN ÖKÜMENİK DEĞİL
( Hürriyet4.12.2004)
Başbakanlık, kamu personeli için
bir genelge yayınlayarak, Fener Rum Patrikhanesi ve Patrik hakkında “Ökümenik”
sıfatının kullanıldığı hiçbir toplantıya katılmamalarını istedi. Bunun çok
açık anlamı şudur: Türkiye Cumhuriyeti devleti Fener Rum Patrikanesi’nin Ökümenik
olduğunu kabul etmiyor.
Peki nedir bu kabul edilmeyen ökümeniklik?
Grekçe “Oikoumene” sözcüğünden gelen ökümenik (oecuménique)
sözcüğünün üç anlamı vardır: 1.Evrensel; 2.Bütün kiliseleri içine alan;
3.Evrensel yargılama yetkisi.
Daha kolay anlaşılması için bir
örnek vereceğim: Roma’da bulunan Papalık ökümenik bir makamdır ve Katolik
Papa’nın ökümenik olduğu Türkiye tarafından da kabul edilmiştir.
Bir kilisenin ökümenik olmasının
ilk koşulu, öteki kiliseler tarafından ve aynı mezhebin kiliseleri tarafından
öyle kabul edilmesidir. Roma’daki Papa’nın bu sıfatı kabul ediliyor, ama
İstanbul Patriği’nin bu sıfatı kullanması
kabul edilmiyor. Ancak, Fener Rum Patrikhanesi’nin “Primus Inter Pares” (“Eşitler Arasında
Birinci”) birinci sıfatı Ortodoks kiliseleri arasında tartışılmamaktadır,
ama bunun ökümeniklik ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Hıristiyanlık tarihinde yedi
Genel Konsil (Din Bilginleri Kurulu) toplantısı ve kararları çok
önemlidir.
-Birinci İznik Konsili: 325yılında toplanan bu Konsil,
Kilise’yi yapılandırmıştır. Buna göre üç ökümenik kilise kabul edilmiştir: Roma, İskenderiye ve Antakya…
Bu üç kilise dışında hiçbir kilise ökümenik sıfatına sahip değildir.
-İkinci Konsil (Konstantinopolis, 381): Kilise
hiyerarşisi içindeRoma’nın önceliği kabul edildi. İkinci sıra
İskenderiye’nin elinden alınıp başkent olduğu için Konstantinopolis’e verildi.
–MS.395 yılında Roma’nın
ikiye bölünmesi ve Konstantinopolis’in Doğu Roma’nın başkenti olması
dolayısıyla Konstantinopolis Piskoposluğu öne çıkartıldı. Örneğin, 451 yılında Kadıköy’de toplanan
Dördüncü Konsil’dePapalık delegelerinin bulunmadığı altıncı
oturumda Konstantinopolis’in ikinciliği onaylandı.
–1054 yılında Ortodoks
Kilisesi, Roma’dan tamamen ayrıldı. Ama Bizans döneminde Patrikhane’nin
ökümenik sıfatı öteki kiliseler tarafından onaylanmadı..
-Osmanlı Devleti, Ortodoks
uyruklarını Fener Rum Kilisesi’nin çatısı altında toplayıp “Millet” olarak
kabul etti; Fatih Sultan Mehmet, Patrik’e vezir statüsü ve “Millet Başı” unvanı verdi. Osmanlı, temel
politikası gereği, Roma’ya karşı Patrikhane’yi desteklemiştir.
24. Piskopos zamanında İznik’te
toplanan Konsil’in Konstantinopolis Piskoposluğu’nu Patriklik’e
dönüştürüldüğü biliniyor. Ancak, bunun Ökümenlik’i kapsayıp kapsamadığını
Katolik Roma’ya, Atina ve Kudüs
kiliselerinden başka Ökümenik Antakya Süryanî ve Ökümenik İskenderiye
kiliselerine, Habeş, Bulgar, Sırp, Rus,
Ermeni ve Nasturî kiliselerine sormak gerekiyor. Büyük bir olasılıkla yanıtları
dinsel açıdan olumsuz olacaktır.
Başka bir deyişle, aralarında ABD de olmak üzere herhangi bir dünyevî iktidarın İstanbul Patrikhanesi’ne “Ökümenik” sıfatı verme hakkı yoktur. İsteyen öteki kiliselere sorsun!…
Düne kadar Fener Patrikhanesi’ne
lânet okuyan, “Türk Ajanı” olarak
suçladığı Patrik Bartolomeos’un Ortodoks dünyasının lideri olamayacağını ileri
süren Yunan Ortodoks Kilisesi
Başpiskoposu Hristodulos, Patrikhanenin ökümenikliğiyle ilgili olarak, “Kendi
kendime soruyorum komşularımızın aklı başında mı?” diye soruyor.
Eleftrotopia gazetesine göre
Patrikhane’nin ökümenik unvanını
4. Konsil’in 28.maddesine dayanıyor.
Ancak, çok yalan olmasa bile, 28.
kanon yürürlükte değil. Biz işin doğru tarihçesini yazalım:
1) Bilindiği gibi MS.325 yılında
yapılan 1.İznik Ökümenik Konsili’nde üç apostolik (havariler tarafından
kurulmuş) kilisenin (Roma, İskenderiye, Antakya) ökümenik olduğu kabul
edilmişti. Konstantinopolis kilisesi böyle bir nitelikten yoksun olduğu için
Iraklia (Hereclea, Ereğli) Metropolitliği’ne
bağlı sıradan bir Episkoposluk olarak kaldı.
2) Bunu göz önünde tutan İmparator,
II.Konstantinopolis Konsili’ni (381) topladı. İmparator’un önergesi üzerine
Konstantinopolis Piskoposluğu’na Patriklik statüsü verildi. Antakya ve
İskenderiye patrikleri, bu kumpasa karşı çıkmadıkları için, kendi kiliseleri ve
halk tarafından hain ilan edildiler.
Roma da bu bölgesel konsilin verdiği kararı kabul edip onaylamadı.
3) 431’de toplanan Efes Ökümenik
Konsili’nde üç ökümenik patrikliğin (Roma, İskenderiye, Antakya) hak ve
yetkileri bir kez daha onaylandı; Konstantinopolis patriği afaroz edildi.
4) Kadıköy (Halkidona) Ökümenik
Konsili (451): İmparatorlukta dinsel
güce mutlaka sahip olmak isteyen İmparator Marcian konsile başkanlık etti. Yeni Roma (Konstantinopolis)’ya Eski Roma’nın
ayrıcalıklarını vermek ve ikisini aynı hizaya getirmek için ünlü 28.kanonu
Konsil’e sundu. Kanonun üslubu son
derece kapalıdır ve “Ökümenik” sözcüğüne yer verilmemiştir. Bu kanon
Konsil’e zorla kabul ettirildi. Böylece Konstantinopolis Patrikliği, metinde
açıkca belirtilmese de dolaylı yollardan ökümenik sıfatını almış oluyordu.
Ancak Roma delegeleri bütün tehditlere karşın kararı onaylamadılar.
Kararı kuşkusuz Papa Leo da kabul
etmedi ve İmparator Marcian’a 22 Mayıs 452 tarihli bir mektup yazarak, “Konsil’de
kabul edilen 28.maddenin başta İznik Konsili’nin 6.maddesi ve Konstatinopolis Konsili’nin 3.maddesi ile
ters düştüğünü; binaenaleyh atalarının kanunlarının, Ruhü’l Kudüs’ün statüsünün
ve eski zaman geleneklerinin çiğnendiğini ve Kitab-ı Mukaddes ile ters
düşürüldüğünü, bu maddeyi kesinlikle kabul etmeyeceği”ni bildirdi.
(Doç.Dr.Mehmet Çelik, “Türkiye’nin Fener Patrikhanesi Meselesi, Akademi
Kitabevi, İzmir, S.66)
5) Patrikhane’nin Aziz
Andreas tarafından kurulduğu iddiası
düzmece bir rüyaya dayandırılan yalandır. Zira Konstantinapolis kilisesi Aziz
Andreas’ın ölümünden çok sonra kurulmuştur.
6) İmparatorun kilisenin
statüsüne müdahaleleri, Fener
Patrikhanesi’nin ökümenik statü elde etme hırsı
imparatorluğun bütünlüğünü tehlikeye attı. Fener Patrikhanesi’nin
dünyevî iktidar tutkusu Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’da 100 binlerce
Hıristiyanın ölümüne yol açtı.
7) 475 yılında tahta geçen
İmparator Basilikos İmparatorluğun parçalanmasına ve daha fazla kan dökülmesine
engel olmak için 476 yılında Konstantinapolis Konsili’ni topladı. Bu Konsil,
aralarında ünlü 28.kanon da olmak üzere Kadıköy Konsili’nin aldığı bütün
kararları gayrı meşru ilan etti. Ve bu kararları lânetledi. Fener
Patrikhanesi’nin sözde ökümenikliğini iptal eden kararı perçinlemek için Patrik aforoz edilerek kiliseden
uzaklaştırıldı.
Bu kararın Fener Patrikhanesi ile
ilgili olarak Hıristiyan âlemine mesajı şu idi: “Sen bırak ökümenik statüye
sahip olmayı, biz seni patrikhane olarak dahi kabul etmiyoruz. Sen olsa olsa,
Kutsal Kilise Kanunları gereğince, Efes’e bağlı sıradan bir Episkoposluksun!” (Doç.Dr.Mehmet
Çelik, S.77)
8. 508 yılında
Konstantinapolis’te toplanan Konsil, Patrikhane’nin ökümeniklik iddialarına
bahane olan Kadıköy Konsili’ni (451) bir
kez daha lânetledi. İmparator bu sorunu
kesin bir çözüme kavuşturmak için, Kadıköy Konsili’nin özgün
tutanaklarını getirtti. Üç yıl süren inceleme ve tartışmalardan sonra Kadıköy Konsili’nde alınan kararlar
yaktırıldı. Böylece, Patrikhane’nin
ökümenikliğinin sözde kanıtı olan
28.Kanon da yok oldu!…
Fener Rum Patrikhanesi’nin
ökümenik olamamasının kanlı öyküsü burada sona ermektedir. Bu konuyu daha iyi
kavramak isteyenlere Doç.Dr.Mehmet Çelik’in “Türkiye’nin Fener Patrikhanesi
Meselesi” adlı kitabını tavsiye ederim. Bu kitaptan ben çok yararlandım.
Dr.Çelik’e teşekkür ederim.
Ayrıca, çok merak ediyorum, Patrikhane’nin, aktardığım öyküye karşı bir öyküsü var mı acaba? Bu kanlı öykü “N’olur canım, olursa oluversin!” diyenlere ithaf olunur!
Kaynak Yayınları
***
ÖKÜMENİK(LİK) NEDİR.
NE DEĞİLDİR ? (Hürriyet, 3 Ocak 2009)
Cengiz Çandar geçen ay gene öfkelenmiş, birilerine acımasızca ağzının
payını veriyordu :
“Dışişleri Bakanlığı’nın basına yansıdığı kadarıyla
‘Azınlıklar Raporu”nun bazı gülünç değerlendirmeleri dikkatimi çekti.
“Türkiye’de 270’in üzerinde gayrımüslim ibadethanesinin bulunduğu, bunlardan
108’inin Rum Ortodoks azınlığa ait olduğu’ kaydedilmiş ve ‘Patrikhane’ye
Ekumeniklik verilmesinin söz konusu olamayacağı’ vurgulanarak Patrik
Bartholomeos’un yabancı ülkelere yaptığı ziyaretlerde ‘ekumenik’ sıfatının kullanılmasına
müdahale edilmediği” belirtilmiş.
Gülünç. Çünkü: Ekumenik sıfatı, Ortodoks Hristiyanlık ile
ilgili. Ta 451 yılında Halkedon Konsülü adıyla bugünkü Kadıköy’de toplanan
“Hristiyan Din Adamları Zirvesi”nin kararı uyarınca Konstantinopolis (yani bugünkü
İstanbul) Kilisesi’nin konumu “Ekumenik” olarak belirlenmiş. Patrikhane’ye
Ekumenik sıfatı verip vermemek, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın yetkisinde
olmadığı gibi, işi de değil. Fener Patrikhanesi’nin bu sıfatının yaklaşık 1500
yıllık mazisi var. Dolayısıyla, Patrik Bartholomeus’un yurt dışı ziyaretlerinde
“Ekumenik” sıfatının kullanılmamasına müdahale edilmemesi de, Dışişleri’nin
gösterdiği bir lütuf olamaz.” (Radikal,
14.12.2008)
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı Cengiz Çandar’a cevap verir mi vermez mi, verirse nasıl bir cevap
verir, bunu ben bilemem. Ancak, İstanbul Rum Patrikhanesi’nin ökümenik
(“ekümenik” demek yanlıştır) olmadığını savunan ben, politik olmayan “Kilise”
görüşünü yazacağım. Ancak bu görüşe Fener Rum Patrikhanesi’nin katılmaması çok
doğal.
Bu konuda şimdiye kadar epeyce
yazı yazdım. Yeterli olacaklarını düşündüğüm için sadece ikisinin adını
vereceğim : “Fener Rum Patrikhanesi
Neden Ökümenik Değil” (04.12.04); “Patrikhanenin
Ökümenik Olamayışının Kanlı Tarihçesi” (12.12.04). Bu iki yazı ve öteki
yazılar birçok site tarafından yayınlandığı için internette de bulabilirsiniz.
Grekçe (Helence) “oikoumene” sözcüğünden gelen ökümenik’in üç anlamı vardır : Evrensel; Bütün kiliseleri içine alan;
Evrensel yargılama yetkisi.
Cengiz Çandar’ın da dediği gibi
bazı kiliselere ökümeniklik sıfatı MS.451 yılında Kadıköy Konsili’nde verilmiştir, ancak bu
kiliseler arasında İstanbul
Patrikhanesi’nin adı bulunmamaktadır. Kadıköy Konsulü’nde üç kilisenin ökümenik
olduğu kabul edildi : Roma, İskenderiye,
Antakya. Bu üç kilise İsa’nın üç havarisi tarafından kurulduğu için
ökümeniktir. Demek ki ökümenik olmak için ilk koşul bir havari (apostol) tarafından kurulmuş olmak.
Havariler tarafından kurulan kiliseye “Apostolik
Kilise” de denir.
Fener Patrikhanesi, Aziz
Andreas’ın isim günü olan 30 Kasım’ı kuruluş günü olarak kutlamaktadır ama bu
sonradan icat edilmiş bir şey.
Daha sonra Batı Roma’nın
zayıflaması, Doğu Roma’nın (Bizans’ın) güçlenmesi nedeniyle İstanbul
Patrikhanesi ökümenik sıfatına el koyup kullanmaya başlamış ise de bu durum
Roma (Papalık) tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Bu red Roma’yla
sınırlı değil. Kudüs gibi geleneksel, Atina ve Moskova gibi bölgesel kiliseler
tarafından da kabul edilmemektedir. İstanbul’un ökümenikliği Kilise tarafından
kabul edilmezken, ABD Senatosu bir madalyon bastırıp üzerine ökümenik
sıfatını yazmıştır. Evrensel
kiliselerin kabul etmediği ökümenik sıfatını
Türkiye Cumhuriyeti neden kabul etsin ?
Yanlış ki ne
yanlış! Kim ki İslam’ı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, Türk ulusunun üst
kimliği yapar, İslam’ı tartışma konusu yapmıştır. İşte o zaman İslam da
tartışılır. Çünkü yeryüzüne inen, dünya işlerine karışan kutsal, kutsallığını
yitirir. Türk’ün üst kimliği haline getirilen İslam da din olmaktan çıkar. Bu
böyle biline!
Ama Başbakan R.T. Erdoğan bilmiyor bunu! Zamanında
Turgut Özal da bilmiyordu: “Ulus devlet olmayı başaramadık. Kabul edelim ki
hakikat bu. O zaman Türkiye’yi bütün halinde tutmak için Müslümanlık elimizdeki
tek referans” (Güneri Civaoğlu, Milliyet, 8.12.05) diyordu. Güneri Civaoğlu, bu
sözlerin üzerinden bir süre geçtikten sonra, Özal’ın “Federalizmi de
konuşmalıyız” diyerek nabız yokladığını anımsatıyor.
Atatürk’ün Söylevi’ni ancak cumhurbaşkanı olunca
okuyan Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde somut ulusal devletin farkında
olamaması, ulusal birliği değerlendirememesi ancak onun Cumhuriyeti
kavrayamamış bir ehl-i tarikat olmasına bağlanabilir.
Şimdi sıra R.T. Erdoğan’da. Yeni Zellanda’dan
Türkiye’ye sesleniyor: “Bizdeki etnik unsurları birbirine din bağı bağlar!”
diyor.
Bir İslamcı gazete fırsat bu fırsat deyip atmış
manşeti: “Üst kimlik İslam.” (8.12.05)
Hemen hatırlatalım: Alt/üst kimlik formüllerinin
Türkiye için geçerli olmadığını bir yana bırakalım, Anayasa’ya ve Cumhuriyet’in
kurucu ilkelerine aykırı bir üst kimlik olmaz.
Geçmişte ve günümüzde dinin hiçbir ülkede
yapıştırıcı çimento (!) olmadığını kısaca anımsayalım: Müslüman Arnavutlar
Osmanlı’ya neden isyan etti, Necip Arap kavmi neden Osmanlı’ya ihanet etti, günümüz
Arapları neden bir millet olamıyor? Irak ile İran neden savaştılar, günümüz
Irak’ında Müslüman Kürtler Müslüman Araplara neden ihanet ediyorlar? Sünniler
ile Şiiler neden ayrı duruyor? İki dünya savaşında, daha sonra İspanya’da,
Yugoslavya’da, İrlanda’da Hıristiyanlar neden birbirlerini boğazladılar?
Başbakan İslam’ı çaresizlikten üst kimlik olarak
önermiyor, kafasındaki gizli program gereği tek çare olarak öne sürüyor.
Din nasıl demokrasi için referans olamazsa,
demokrasi de din için referans olamaz. Bu yasak ilişki yürürlüğe konulduğu
zaman bu dünyanın ve öteki dünyanın işlerine fitne virüsü bulaşır.
Çağdaş devletin temellerini atan demokrasinin ne
Tanrısı ne de dini vardır. Demokrasi, Tanrı ve din karşısında günahkârdır,
çünkü sürünün çobanlığını Tanrı’nın ve Kilise’nin elinden almıştır. Demokrasi,
Tanrı ile bağlarını koparmış bir devlet ve toplumsal örgütlenme biçimidir. Öyle
olmasaydı, insanoğlu bizzat kendisi ya da temsilcileri ile yasa koyucu
yetkisini kullanmazdı, kullanamazdı. Bu nedenle bile olsa demokrasilerde Tanrı
ve din toplumsal kimliğin belirleyicisi olamaz. Bu tavır ne Tanrı’nın ne de
dinin reddi anlamına gelir. Ama demokrasi tarihi Avrupa’da bu ‘çobanlık’ hakkı
mücadelesinin tarihidir.
İslam dininin egemen olduğu ülkelerde de ‘demokratik
irade’nin kazandığı mücadelenin sonuçları geçerlidir. Bu sonuçlan kabul
etmezseniz demokrasinin kapısından geçemezsiniz. Arap ülkeleri işte bu nedenle
çağının çağdaşı olamıyor. Irak direniş hareketi genel seçimi İslam’a aykırı
buluyor. Ama bizim ehl-i tarikat Başbakanımız aksini düşünüyor.
Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin
Gözlem ve İstemler” başlıklı 5 Mayıs 1984’te Cumhurbaşkanlığı ve Meclis
Başkanlığı’na sunulan “Aydınlar Dilekçesi”nde, aydınlar insan hakları
için demokratik taleplerini sıraladı.
Sunuş kısmıyla birlikte 6 sayfa olan
dilekçe şöyle:
Türkiye, henüz atlatamadığı en ağır
bunalımlarından birini yaşamaktadır. Kuşkusuz, bu büyük bunalımdan toplumumuzun
bütün kesimleri, katmanları ve görevlileri ortaklaşa sorumludur. Biz Türk
aydınları, eksiklerimizin ve sorumluluğumuzun öneminin ve önceliğinin
bilincindeyiz. Bu bilinç, bize toplumumuzun sağlıklı ve güvenli bir düzene
geçişiyle ilgili görüşlerimizi açıklama görev ve hakkını vermektedir.
Varolan düzenlemeler ve 2969 sayılı
yasanın suç saymadığı çerçeve içinde görüşlerimizi açıklamayı gerekli
görüyoruz. Bizler bu sınırlamaları benimsememekle birlikte, bu çerçeve içinde
hareket etme durumundayız.
Bizler toplumumuzun akılcı yöntemler
kullanarak aydınlık bir geleceğe ulaşacağına coşkuyla inanıyoruz. Bu inançla ve
ortaklaşa sorumluluğumuzu üstlenip, kaynağını Anayasa’da bulan dilekçe
hakkımızı kullanarak, kamu ile ilgili gözlem, düşünce ve istemlerimizi devletin
en yüksek katlarına saygıyla sunuyoruz.
Aşağıda İmzası Bulunanların Türkiye’de
Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemleri
Demokrasi, kurumları ve ilkeleriyle
yaşar. Bir ülkede demokrasinin temel harcını oluşturan kurum, kavram ve ilkeler
yıkılırsa bunun zararlarını gidermek güçleşir.
Demokrasiyi kendi öz değer ve
kurumlarına yabancılaştırmak, biçimsel olarak koruyup içeriğini boşaltmak, onu
yıkmak kadar tehlikelidir. Bu nedenlerle tarihsel birikime dayalı devlet
yapımızı ayakta tutan kurum, kavram ve ilkelerinin korunmasını ve demokratik ortam
içinde güçlenmesini savunmaktayız. Halkımız, çağdaş toplumlarda geçerli insan
haklarının tümüne layıktır ve bunlara eksiksiz olarak sahip olmalıdır.
Ülkemizin, insan haklarının güvenceleri yurt dışında tartışılır bir ülke
durumuna düşürülmüş olmasını onur kırıcı buluyoruz. Yaşam hakkı ve insanca
yaşama, örgütlü ve toplumsal varolmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan
kaldırılamayacak baş amacıdır; doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam
kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye
bağlıdır. Bireylerimizin yeni ve değişik düşünce üretmelerini, gösterilmeye
çalışıldığı gibi, bunalımların nedeni değil, toplumsal canlılığın gereği
sayıyoruz.
İnsanların son sığınağı olan adalet,
insanca yaşamın da başlıca dayanağıdır. Bunun gerçekleşmesinin çağdaş hukuk
devletinde geçerli yolları, adalet arayışının hiçbir şekilde engellenmemesini
ve adalete ulaşmada olağanüstü yargı yollarına ve olağandışı yöntemlere
başvurulmamasını gerektirmektedir. Olağanüstü yönetim biçimlerinin olağan
sayılan dönemlerde süreklilik kazanmasının çağdaş demokrasi anlayışıyla
bağdaşmayacağı görüşündeyiz.
Yargı kararı olmaksızın yurttaşların
haklarının kısılması, tartışılması mümkün olmayan tek yanlı idari işlemlerle
suç oluşturulması, siyasal hakların ellerden alınması, ve genel suçlamalar
yapılması, toplumsal yıkımlara yol açmaktadır. Dernek, kooperatif, vakıf,
meslek odaları, sendika ve siyasal partilere girmenin ve açıklandığı zaman suç
sayılmayan düşüncelerin sonradan egemen olan anlayışa göre, suç sayılması hukuk
devleti kavramıyla bağdaşmaz.
Türkiye’nin yaşadığı yoğun terör
eylemlerinden demokratik sistemin kendisi sorumlu tutulamaz.
Her örgütlü toplumun şiddet eylemleriyle
mücadele etmesi kaçınılmaz görevidir. Ancak, devlet olmanın temel niteliği,
terörle mücadelede hukuk ilkelerine bağlı kalmaktır. Terörün varlığı, hiçbir
zaman, devletin de aynı yöntemlere başvurmasının gerekçesi olamaz.
Varlığı yasal kararlarla da kanıtlanan
işkence insanlığa karşı suçtur. İşkencenin yargısız, peşin ve ilkel bir
cezalandırma alışkanlığına dönüştürülmüş olmasından endişe ediyoruz. Ayrıca,
özgürlüğü sınırlama amacını aşan cezaevi koşullarını da eziyet ve işkence
sayıyoruz.
İşkencenin büsbütün ortadan kaldırılması
için gerekli önlemler alınmalıdır. Savunma, soruşturma ve suçlama ile birlikte
başlamalıdır. Her türlü soruşturma ve kovuşturmada, hukuk devleti kuralları
dışına çıkılır ve yargısal yöntemlerde en başta sanık mahkûm oluncaya kadar
masumdur ilkesiyle vurgulanan evrensel güvenceler yok sayılırsa, keyfilik,
özellikle siyasal davalarda yargılamanın temel unsurlarından biri olur.
Terör eylemlerinin oluşmasında toplumun
bütün kesimlerinin sorumluluk payının olduğu göz önüne alınarak, ölüme dayalı
çözüm düşüncesinin ortadan kaldırılması için, kesinleşmiş idam kararlarının
infazlarının durdurulması ve ölüm cezalarının kaldırılması gereğine inanıyoruz.
Gecikmiş adaletin adaletsizlik olduğu
evrensel gerçeğine dayanarak, görülmekte olan davaların bir an önce
sonuçlandırılması gerektiği görüşündeyiz.
Suçları oluşturan, toplumsal ve siyasal
koşullardır. Türkiye’nin içinde yaşadığı çalkantılı dönemin topluma yüklediği
sorumluluk unutulmamalıdır. Bu nedenlerden ötürü ve sosyal barışa katkıda
bulunmak için kapsamlı bir affı kaçınılmaz görüyoruz.
Kamu yaşamında iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan ayırmanın yolu olan siyaset, toplumun tümünün yönetime katılmasıdır.
Güncel siyasetin her ülkede görülen ve kaçınılmaz olan aksaklıkları, herkese
açık olması gereken siyaset yoluyla topluma hizmetin engellenmesinin ve belirli
zümrelerin, kişinin ve kişilerin tekeline bırakılmasının nedeni olamaz. Siyaset
yalnızca idari kararlara indirgenemez.
Milli irade ancak, toplumun bütün
kesimlerinin özgürce örgütlenebildiği düzenlerde anlam ifade eder. Kimsenin
siyasal kanı ve felsefi düşüncesinden ötürü suçlanmadığı, hiçbir yurttaşın
dinsel inançlarından dolayı kınanmadığı ülkelerde milli irade en üstün güçtür.
Bu üstün gücün meşruluğu, temel hak ve özgürlüklere karşı takındığı tavra
bağlıdır.
Çoğunluk iradesinin özgürce
belirlenmesini engelleyen koşullar demokrasiye aykırıdır. Bunun gibi, çoğunluk
iradesini bahane ederek temel hakları yok etmek de demokrasi ile bağdaşmaz.
Tarihsel gelişim süreci içinde
demokratik anayasaların amacı, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına
almaktır. Bireyi devlet karşısında güçsüzleştiren düzenlemeler, hangi ad
altında getirilirse getirilsin, demokrasiden uzaklaşma anlamına gelir. Bu
durumda, demokratik yaşamın kaynağı olması gereken Anayasa, demokrasinin engeli
olur.
Başta siyasal partiler olmak üzere,
sendikalar, mesleki kuruluşlar ve dernekler, demokratik yaşamın vazgeçilmez
dayanaklarıdır. Mesleki örgütlenmeler, üyelerinin dayanışma ve ekonomik
çıkarlarını savunmakla görevli oldukları kadar, siyasal partilerle birlikte,
birey ve grupların demokratik özgürlüklerini korumanın ve yönetime
katılmalarının aracı ve etkeni de olmalıdır. Bu nedenle, örgütlenme ve katılım
haklarının anayasal düzenlemeler içinde en geniş güvencelere kavuşturulması
gerektiğine inanıyoruz.
Bir toplumun yaşayışında, özgürlük,
çeşitlilik ve yenilik öğelerinin bulunması, toplumun geleceği ve gelişmeye açık
tutulması için zorunludur. Bu bakımdan her türlü düşünce üretimi korunmalı,
yeni öneriler kamuya özgürce sunulabilmelidir. Özgür basın, demokratik düzeni
bütünleyen temel öğelerden biridir. Bunun sağlanması için, bağımsız, denetimsiz
ve çok yanlı olarak toplumun kendinden haberli olması, değişik düşüncelerin
özgürce yansıtılması ve her türlü eleştirinin basında yer bulması zorunludur.
Çok yönlü kamuoyu oluşması ve yönetimin demokratik denetimi ancak böyle bir
basınla gerçekleştirilebilir. Yine bu nedenlerle ve yansızlığın en koşulu
olarak TRT’nin de özerkliğinin sağlanması gerektiğine inanıyoruz.
Eğitimin temel amacı, özgür düşünceli,
bilgili, becerili ve üretici insan yetiştirmektir. Bunun tersine, tek tip insan
yaratmaya çalışmak, çağdaş gelişmeler ve çoğulcu demokrasiyle bağdaşmaz. Çağdaş
demokrasi, dünyaya eleştirel gözle bakabilen insan yetiştirmeyi amaçlar.
Toplumun en yetişkin kesimi olan üniversitelerin özerklikten yoksun bırakılarak
kendi kendilerini yönetmeye layık olmadıklarının ileri sürülmesi, ülkemizde
demokrasinin işleyebileceğini inkâr etmek anlamına gelir. Bütün yüksek öğretim
kurumlarının, atamalarla oluşturulan aşırı yetkili bir kurulun buyruğuna
verilmesi, hem gençlerin iyi yetiştirilmesini, hem de bilim yapılmasını
şimdiden engellediği gibi ülkenin geleceği için büyük kaygılar da
doğurmaktadır. Bu nedenle, YÖK düzeninin bir an önce seçim ilkesine dayalı
özerklik yönünde değiştirilmesini gerekli görüyoruz.
Fikir ve sanat ürünlerinin serbestçe
oluşmasını engelleyen hukuki ve fiili sınırları kaldırmak ve her yurttaşla
birlikte, düşünce ve sanat adamlarını da genel güvencelerle donatmanın bir
uygarlık koşulu olduğunu önemle belirtmek isteriz. Sağlıklı bir toplumsal
gelişme, her türlü sanat yapıtlarının üretiminde ve yayımında özgürlüğü,
kültürel yaratıyı son derece sınırlayan sansürün toptan kaldırılmasını, hiçbir
konunun tabu haline getirilmemesini, ceza sorumluluğunun yalnız olağan yargı
mercilerince saptanmasını gerektirir.
Bütün bunların ışığında, topluma karşı
sorumluluklarının bilincinde olan bizler, çağdaş demokrasinin, ayrı ayrı
ülkelerin özel koşullarına göre uygulamadaki değişikliklere karşın, değişmeyen
bir özü olduğuna bu özü oluşturan kurum ve ilkelerin bizim ulusumuzca da
benimsenmiş bulunduğuna, bunlara aykırı düşen yasal düzenleme ve uygulamaların
demokratik yöntemlerle ortadan kaldırılması gerektiğine, yaşadığımız
bunalımdan, böylelikle, sağlıklı ve güvenli olarak çıkılacağına olanca
içtenliğimizle inanmaktayız.
Bu dilekçe, ilgili makama, Avrupa
Konseyi’nin Türkiye’deki demokrasi ve insana haklarına ilişkin kararından sonra
sunulacaktır. Bunun nedeni, bu dilekçenin verilmesinin çeşitli çevrelerce
bilerek ya da bilmeyerek yanlış yorumlanmasını veya kötüye kullanılmasını
önlemektir.
Bu dilekçe 1300 aydın tarafından
imzalanmış olup imzalı kopyalar Ankara, Altındağ 1. Noteri’ne emanet olarak
teslim edilmiştir. (ÖG/BB)
Aydınlar Dilekçesi Tam Metni
1300 imzalı Aydınlar Dilekçesinde
demokratik düzen için talepler sıralanıyor, düşünce, ifade ve örgütlenme
özgürlüğüne vurgu yapılıyor.
Bu yazıyı Sartre’ın ölüm günü olan 15 Nisan’da siteye koymayı düşünüyordum. Erteletmeyi beceremezsem, bugün, 13 Nisan’da girecek. Sartre’ın öldüğü 15 Nisan 1980 günü Doğu Berlin’den Paris’e gelmiştim. Birkaç gün kalıp Televizyon Filmleri Pazarı için Cannes’a gidecektim. Bunlar oldu. Daha nice şeyler oldu hayatımızda. Aradan 40 yıl geçmiş. O günlerden Cannes’da yağan müthiş yağmurları ve yazdığım birkaç şiiri hatırlıyorum.
Birkaç gün sonra Demir Özlü, karısı Ulla ile gelecek Stockholm’dan. Auberge de Venice’de yemek yiyeceğiz. 1920’lerde 30’larda Yitik Kuşağın yuvası Dingo Bar’ı idi bu yer.
İktidarı bırakmama talimleri yapan AKP ve Başyüce’yi tiksintiyle ve acıyla izliyorum buradan. Elbette izlemekle kalmayıp hesaplaşacağım.
Özdemir İnce
**************************
JEAN-PAUL SARTRE VE BİZİM KUŞAK
Cumhuriyet gazetesinde “Sartre ve Biz”[i] başlıklı yazıyı yayımladıktan sonra, bu yazıyı yazmam bir zorunluluk oldu. Şu yaşadığımız günlerde neden Jean-Paul Sartre’a bir yazın ve düşünce pusulası olarak gereksinim duydum? Aslına bakarsanız, Sartre’a her zaman gereksinim duydum. İzinden gittim. Yalnızca şiirlerimi, denemelerimi değil gazete yazılarımı da kendime sorduğum şu “Sartre olsa nasıl yazardı?” sorusunu omuzlarımda taşıyarak yazdım. Çevirilerimi bile aynı kaygıyı duyumsayarak yaptım. Varoluşculuk, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada, kimilerini sandığı gibi bir berduşluk, serserilik, bohem yaşam yöntemi ve tarzı değildir, aksine tam anlamıyla bir sorumluluk felsefesidir: İnsan herkesten, her şeyden sorumludur.[ii] Özgür iradesiyle belli bir sava, düşünceye, ideale bağlanan yazar da “güdülen yazar” değildir. “Savgüden” (angaje; engagé) bir yazarı hiçbir kimse,(içinde yer alsa da) hiçbir siyasal örgüt güdemez.
Bizim kuşak Sartre ile 1950’lerin
ortasında tanıştı. Bu tanışıklığı belgelemek için İstanbul’daki kitaplığımda
bulunan Sartre ve varoluşculukla ilgili kitapları bulup indirdim. Altı çizilmiş
satırlar, sayfa kenarlarına yazılmış notlar, yıllar sonra buluşan iki
sevgilinin gençliğini, geçmişini hatırlatıyordu. Sartre’ın Türkçe yayınlanan
ilk kitabı Gizli Oturum’dan [iii]
iki adet vardı kitaplıkta: Birini Nihat Ziyalan Eylül 1955’te bana armağan
etmiş. Nihat 17-18 yaşında, ben 18-19 yaşımda. İkinci kitabı ben 3 Mayıs 1958
günü, Sartre’ı İngilizceden okuması dileğiyle Ülker Müdüroğlu’na armağan
etmişim.Ülker o sırada 19-20 yaşında. Ülker yoldaşla üç yıl sonra evlendik.
Gizli Oturum’da Oktay Akbal’ın önsözü ile Oğuz
Peltek’in Varoluşculuk Hümanizmadır [iv]adlı küçük kitaptan yaptığı özet çeviri çok önemlidir. Nihat Ziyalan,
Yılmaz Pütün (Güney) ve ben taa 1955’te, Başyüce Hazretlerinin buyurduğu gibi
“Tek Parti Diktatoryası”nın (!) kurduğu devlet yayınevi (MEB Yayınları)
sayesinde, Mersin ve Adana’da Sartre ve Varoluşculuk konuşuyoruz. Şu feleğin
işine bak! 1920’lerde canlanarak kök
salan Türkiye aydınlanması, karşı
devrimci Demokrat Parti’nin iktidarına (1950) karşın devam etmekte. Edebiyat,
şiir, resim, sinema, müzik, tiyatro alanlarında aydınlanma patlamaları… Yaşayan
bilir. Kitaplığımdaki, konuyla ilgili en
eski kitaplardan biri Jochaim Ritter’in Varoluş Felsefesi .[v]
Bizde İkinci Dünya Savaşı sonrası
demokratik muhalefet hareketleri kımıldamaya başlarken, Fransa ve dünyada 1945 güzünden itibaren
Jean-Paul Sartre moda olmaya başlar. Varoluşçuluk artık heryerdedir. Sartre
Çağı başlamıştır. Saint-Germain-des-Prés’nin, kahvelerin, “Cave”ların [vi] ve cazın şanlı dönemi
başlamıştır.Varoluşculuk üzerine konferanslar birbirini izler. Bunlardan en
ünlüsü de Maintenant (Şimdi) adlı
“Club”te verilen ve L’existantialisme est un humanisme (Varoluşculuk BirHümanizmadır)
adlıyla kitap olarak yayınlanacak olanıdır. Bu sırada Sartre giderek siyasetle
ilgilenmeye başlar ve Marksizm’e yönelir. Bir süre sonra Komünistlerle arasına
kara kedi girer. Artık hayatının sonuna kadar “siyaset”ten kurtulamayacaktır
(siyasete angaje olacaktır)..
Bu sırada Türkiye’de de tuhaf şeyler
olmaktadır.İkinci Dünya Savaşı sona erer
ermez, daha 1946 yılında, Varoluşculuk ülkemizi de onurlandırır. Olan-biteni
Asım Bezırci’den okuyalım: [vii]
«Varoluşçuluğun yankıları, savaş ertesinde, yurdumuzda da kendini
gösterir. Dergilerde bu konuda çeşitli çeviriler, tanıtma yazıları çıkar.
19.5.1946’da Tercüme dergisinde,
“Yeni Görüşler” başlığı altında, varoluşçuluğu tanıtmak istiyen bazı çeviriler
yayımlanır. Sabahattin Eyuboğlu,
Sartre’m “Les Temps Modernes”de çıkmış bir yazısını çevirir. (Aynı
yazının bir başka çevirisi de 1.2.1946 günlü İstanbul dergisinde basılır.) Oğuz
Peltek ile Erol Güney Merleau Ponty’den, Simone de Beauvoir’dan, D. Aury’den
çeviriler yaparlar. Ayrıca, Sartre’dan «Existentialisme
Bir Hümanizmadır» adlı konuşmayı kısaltıp özetliyerek Türkçeye aktarırlar.
1.5.1959 da A dergisi [viii]
«Varoluş Filozofları ve Varoluşçuluk Özel Sayısı» nı çıkarır. Behçet Necatigil
Rilke’den, Selâhattin Hilâv Heinemann’dan, Turan Oflazoğlu Nietzche ve
Heidegger’den, Asım Bezirci Sartre’dan, Demir Özlü (Karl) Jaspers’den, Onat
Kutlar (Gabriel) Marcel’den, Önay Sözer’le Sina Akşin Kierkegaard’dan, Refik
Cabi Berdiaeff’ten bazı parçalar çevirirler. Bu
ortaklaşa çalışmaların dışında, dergi ve gazetelerde, zaman zaman tekil
çeviriler, inceleme ve eleştiriler yer alır. Demir Özlü’nün, kısa yazıları
yayımlanır.»[ix]
Mümkün olsaydı, Asım Bezirci’nin [x]
Sartre kitaplarını ve hakkında
yayınlanan yazıları kapsayan listesini
buraya aktarmak isterdim. Sartre aralarında Gizli Oturum olmak üzere
birçok oyununu, öykü ve romanlarını 1950’den önce yazmış. İlk kez 1944 yılında
sahnelenen Gizli Oturum (Huis Clos) 1950 yılında dilimizde yayımlanmış.
1946 yılında yayımlanan L’exitantialisme est un humanisme, Gizli
Oturum’unTürkçe baskısınıniçinde yer almış… Birçok yapıtı
1955-1964 yılları arasında Türkçe yayınlanmış. Bu şunu gösteriyor ve
kanıtlıyor: 1950 kuşağının gençleri
bilgisayarın, internetin, faksın, cep telefonun bulunmadığı bir “basılı kağıt”
dönem ve ortamında dünya edebiyatını çok yakından izlemekte ve “çok satar”
tuzağına düşmeden gerçek edebiyatın başyapıtlarını tanımaktadır. Küçücük
yayınevleri de dünya edebiyatını yakından izlemekte ve kitaplar veresiye
basılıp 1 ve 3 lira dolaylarında
satılmaktadır.
Yazgıdır: Sartre ve Varoluşculuk
tartışmasına katılan fedailerin çoğu bugün unutulmuştur. O dönemde Oktay Akbal,
S.Eyuboğlu, Behçet Necatigil tanınmış yazarlardır, Prof.Dr.Hilmi Ziya Ülken
tanunmış bir bilim adamıdır ama
günümüzün büyük yazarları olan Onat Kutlar, Demir Özlü, Ferit Edgü,
Orhan Duru, Leyla Erbil daha (belki) ilk
kitaplarını yayımlamamış çaylak takımı içinde yer almaktadırlar. Ama tamamı
1945 yılında başlayan Sartre Çağı’nın rüzgarıyla kanatlanmış ve Cumhuriyet
dönemi yazınının mimarları olmuşlardır.
Daha sonraki yıllarda Sartre, Camus ile birlikte ülkemizde yayımlanmayı
sürdürdü. Can Yayınları J.-P. Sartre’ın çok önemli romanlar, öyküler ve denemelerini
yayınladı [xi].
Ama 1960’larda yapılan tartışmalar giderek tavsadı. Bu arada Ithaki
Yayınları, Sartre’ın felsefi başyapıtı
Varlık ve Hiçlik’i (L’être
et le néant, 1943) 2009 yılında yayınladı. Bildiğim kadarıyla
geleneksel “sükut” ile alkışlandı. Ama
ben fakir Hürriyet gazetesinde «Jean-Paul Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik”i»[xii] başlıklı bir yazı yayımladım. Bu arada Denis
Bertholet’nin İthaki yayınevi tarafından
2009 yılında yayımlanan Sartre
biyografisi son derece önemlidir. Varoluşculuk’un yazınsal ve felsefi boyutları
üzerine yapılan tavsayıp neredeyse sona erdi ama Sartre’ın kitapları dilimize
çevirilerek yayınlanmayı sürdürdü.
***
Varoluşculuk düşüncesinin
(“felsefesi” demek istemiyorum), “ Varlık özden önce gelir” (“L’Existence
précède l’essence”) düşüncesine dayanır.
Bu, Sartre’cı varoluşculuğun temel cümlesidir. Daha sonra Sartre “İnsan kendini
nasıl yaparsa öyledir” der. Dinsel inanca göre insan Tanrı’nın bir tasarımıdır
(projesidir). Yani insanın varlık (iskeleti, eti,kanı, kemiği, organları…) ile özü
(ruh, doğa, yaratılış, yapı, maya, hamur) birlikte dünyaya gelir. İnsan
kendi özüne müdahale edemez. Tanrı, insanın özünü (essence) önceden tasarlamıiş
ve onu bu modele göre bir varlık (l’être) olarak yaratmıştır.
Varoluşculuk bu görüşü, daha doğrusu dinsel inancı kabul etmez. “İnsan
önce bir varlık (l’être) olarak doğar ve daha sonra yaşadığı çağ ve ortam
içinde kendi özünü (‘essence), bilinçlendikçe
kendi elleriyle inşa eder (kurar, yaratır)” der. Benim deyişimle “İnsan,
kendini insan yapar!” Varoluşculuğun
“Varlık, özden önce gelir! (l’existence précède l’essence) formülü bu
ilişkiden kaynaklanır. Sartre, Egziztansiyalim bir Hümanizma’da
insanın yaptığı seçimlerle hayatının anlamını kendisinin belirlediğini söyler.[xiii] “Varlık özden önce gelir” tersi ile (Öz
varlıktan sonra gelir) formülü, dinsel kaderciliği reddeden tam anlamıyla
dünyevî ve laik bir dünya görüşüdür.
Son olarak varoluşculuğun temel direği olduğu kadar en büyük anlaşılma
sorunu içeren “Engagement” ve “litterature
engagée” kavramlarına değineceğim. Sartre, kurduğu ve günümüzde de
Gallimard Yayınevi’nın kanatları altında yayımlanan Les Temps Modernes adlı derginin ilk sayısında (Ekim 1945) bir sunu
yazısı yayımlamıştı. Bu yazı Situations, II’nin başında bie
manifesto gibi yer alır. Önemi gereği 5 Mart 2019 günü siteme [xiv]
(İsmet Birkan çevirisiyle) koyduğum bu metin varoluşcu savgüden (savgüder)
edebiyatın amentüsü gibidir. 23 kitap sayfası tutan bu metin ancak bir Sartre
kitabı içinde yer alabilir. 1994 yılının aralık sayısında Varlık dergisnde yayımlanan bu metin, 1961 yılında yayınlanan
bir kitapta[xv]
yer alan sünnetli ve traşlı bir çeviriyi
onarmayı amaçlıyordu. Bu konuda çıkan tartişmada yazdığım yazıları Mevsimsiz
Yazılar [xvi]
adlı kitabımda okuyabilirsiniz.
“ENGAGEMENT” (Savgütme, savgüdüm): Varoluşcu anlamda, kesinlikle “Güdülme”, “Güdümlü
olma”, “Bir şeye söz verme” anlamı yok. Belki “Bağlanma” olabilir ama “Kendi
özgür seçimi (iradesi) ile bir “şey”e bağlanma anlamında.
“LITTÉRATURE ENGAGÉ (Savgüden, savgüder, sav güdücü
edebiyat): Buradaki anlam etkin;
gönüllülük fikri gündeme geliyor: Bir yola, bir çığıra girmiş edebiyat… Peki
böyle bir edebiyat ne yapar? Bir şeyleri izler, peşini bırakmaz, kendini ona
adar; bu da olsa olsa “manevi” bir şeydir; fikir, ideal, ilke…
gibi… İnsanın, örneğin, “kin güttüğü” gibi, o da “sav
güder”… Burada etimolojiyi bırakıp, serbest olarak anlamı vermiş
oluyoruz. Gütmek eyleminin bütün ikincil biçimlerini düşünürsek, hayli zengin
bir sözcük ailesi de kurulabiliyor bu deyimin çevresinde; bu da olumlu yönü.
Bu arada Sartre kitaplığımda ilginç bir
kitap buldum : Ego’nun aşkınlığı. [xvii]
İlginçliğin ilk nedeni: Çevirmen Serdar Rifat Kırkoğlu’nun bir felsefeci olarak
30 sayfalık bir giriş metni yazmış olması. Sartre konusunda mükemmel bir yazı.
İkincisi: Benim okurken sayfa boşluklarına yazdıklarım: “Tanrı’nın ve dinin
tartışılmadığı, bunların yasa ve toplum baskısıyla korunduğu bir toplumda
özgürlük yoktur.” / “İnsan özgürlüğün ne olduğunu bilmeden
özgürleşemez.” / “Özgürlük = Felsefi+ siyasal.” / “Tek Tanrı insanın özgürlüğünü elinden aldı.”
Yazı konusu olacak başlıklar.
Ülkemizde neredeyse her eğilimden
yazarın kullandığı, Marksist- varoşcu kökenli “Çağına tanık olma” deyişi
var.Yüklenmeyi, eylemeyi içerir. Somut konuşalım: Kendini inşa etmiş gerçek
insan yaşadığımız dünyada (dünyaya) tarafsız (nötr) kalamaz. Derginin bana
ayırdığı yer tamamlandı Aşamam. Siz bu arada benim sitedeki yazıyı ve “Edebiyat
Nedir?”i [xviii]
okuyun. İlerde, bir yerde mutlaka buluşuruz.
[vii]
Asım Bezirci, J.P.Sartre, Varoluşculuk, Dönem Yayınları, 1964. S.13-17
[viii]
1950 kuşağının en önemli dergisi. Google’dan araştırıız.
[ix]
Asım Bezirci, J.P.Sartre, Varoluşculuk, Dönem Yayınları, 1964. S.13-17
[x]
Asım Bezirci (1927-2 Temmuz 1993),
İnceleme yazarı, eleştirmen. 1927 yılında Erzincan’da doğdu. 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta Madımak Oteli’nde İslamcılar
tarafından yakılarak öldürüldü.1950 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl Gerçek
gazetesinde politik fıkralar yazmaya başladı.
[xi]Aydınlar Üzerine ; Bulantı
; Duvar; Edebiyat Nedir? ;Özgürlük Yolları 1 / Akıl Çağı ;Özgürlük Yolları 2 /
Yaşanmayan Zaman; Özgürlük Yolları 3 / Yıkılış ;Öznellik Nedir? ;
Sözcükler .
[xiii] Dans L’existentialisme est un humanisme,
Sartre explique que l’être humain, par ses choix, définit lui-même
le sens de sa vie (l’existence précède l’essence).
Bugün okuyacağınız yazı 25 Nisan 2010 günü Hürriyet gazetesinde
yayımlandı. Aradan 9 yıl geçmiş. Yazıda öngördüğüm belaların neredeyse yüzde
sekseni gerçekleşmiş. Gerçekleşti. Yerel seçim öncesi Başyücelik yönetiminin tavrından
anlıyorum ki Saraylı zat 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde başarılı olursa
eksiklerini tamamlayacak ve Necip Fazıl Kısakürek’in talimatlarının tamamını
yerine getirecek.
Saraylı eğer 31 Mart günü bozguna
uğrarsa ne yapacağını 1 Nisan 2019 gününün ilk saatlerinde görmeye
başlayacağız. Delfi (Delphoi) Bilicisi
olmak istemiyorum.
20’li yaşlarımda “Que sera, sera” diye bir şarkı vardı, Doris Day söylerdi: “Que sera, sera / Olacak, kaderde ne varsa /
Geleceği görmek elimizde değil.”
Delfi Bilicisi olmak istemiyorum ama
yaşadığımız 17 yıla bakıp geleceği göremiyorsak, yuh olsun bize!
Özdemir İnce
27 Mart 2019
***
NASIL BİR BAŞKANLIK
SİSTEMİ?
NASIL olacağını bilmeden kendi adıma
başkanlık sistemine olumlu oy veremem.
1. ABD usulü tam başkanlık sistemi mi
olacak?
2. Yoksa Fransa usulü yarı başkanlık
sistemi mi?
Anladığım kadarıyla Başbakan
Erdoğan’ın aklından ve gönlünden geçen ABD tarzı bir tam yağlı başkanlık
sistemi. Olabilir, o zaman gene iki sorum var?
1. Alaturka bir “Küçük Amerika”
başkanlık sistemi mi?
2. Yoksa ABD örneğine uygun bir
başkanlık sistemi mi?
SEÇMEK İSTER MİSİNİZ?
1. Alaturka
“Küçük Amerika” başkanlık sistemi: Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı’nı halk
doğrudan doğruya seçecek, TBMM’nin yanı sıra (belki) uyduruk bir Senato da
olacak. Başkan, Bakanlar Kurulu’nu bizzat seçecek; Anayasa Mahkemesi, Danıştay,
Yargıtay ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu seçecek; Kara, Deniz, Hava
Kuvvetleri’nin Başkomutanı olacak; Genelkurmay Başkanı’nı, kuvvet komutanlarını
bizzat seçecek; bütün illerin valilerini, kaymakamlarını, polis müdürlerini
seçecek; dilerse, Türkî cumhuriyetlerde olduğu gibi referandum yapıp kendini
ebedî başkan seçtirecek; ölümünden sonra yerini, Suriye’de olduğu gibi oğluna ya
da damadına bırakacak.
Böyle bir başkanlığa R. T. Erdoğan ya
da Abdullah Gül’ü seçmek ister misiniz?
2. ABD tarzı
başkanlık sistemi: Türkiye’deki iller ABD eyaletleri gibi özerk olacak ya da
Türkiye 8-10 eyalete bölünecek. Türkiye ister 81 ister 15 eyalet olsun, her
eyalet kendi valilerini ve temsilciler meclislerini seçecek. İstanbul’da (artık
Ankara başkent olarak kalamaz) senatosu ve temsilciler meclisi ile bir Kongresi
olacak.
Her vilayetin kendi Anayasası, kendi
yasaları, kendi vergi idareleri olacak; her vilayet kendi eğitim-öğretim
sisteminde özerk olacak; kendi polis teşkilatını ve şeriflerini seçecek. Bu
yerel polis teşkilatlarına paralel olarak bir de Federal Polis teşkilatı
kurulacak. MİT’in adı CIA’ya çevrilecek ve başkanı doğrudan TC Başkanı’na bağlı
olacak.
Başkan mebzul miktarda danışman
kullanacak ve dış politikayı bizzat yönetecek.
Böyle bir başkanlığa R. T. Erdoğan ya
da Abdullah Gül’ü seçmek ister misiniz?
ANADOLU BİRLEŞİK CEMAHİRİYYESİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı bu
ölçüde değiştirileceğine göre mevcut Anayasa’nın değiştirilmez ilk dört maddesi
değiştirilecek ve bu vesile ile Laiklik ilkesi ya tamamen kaldırılacak ya da
yerine Ilımlı İslam ilkesi ikame edilecek.
Bu da yetmez: Anayasa’nın 174.
maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları yürürlükten kaldırılacak;
medrese, tekke ve zaviye açmak, kılık kıyafet serbest bırakılacak.
Türkiye başkanlık sistemini kabul
ederse, bunların hepsi olacak. Ancak özerk il ya da eyaletlerin hepsi böyle bir
sistemi kabul etmeyecekleri için türlü-çeşitli bir Türkiye olacak!
Bazıları laik, bazıları ılımlı İslam!
Devletin adı da “Anadolu Birleşik Cemahiriyyesi” olarak değiştirilecek. Haydi,
hayırlı ve uğurlu olsun! (Hürriyet, 25
Nisan 2010)
Efesli filozof
Herakleitos yaklaşık 2500 yıl önce “Aynı nehirlere girenlerin üzerinden,
farklı sular akar” demiş. Aynı derede her gün çimebilirsiniz ama içine
girdiğiniz su bir önceki günün suyu değildir. Dilimizde bu durumu karşılayacak
bir başka deyiş var: “Köprünün altından
çok sular aktı (geçti)”. Herakleitos’in bu sözü, değişimin ve akışın
sürekliliğini anlatmak için söylemiş. Elbette “Değişiklikten başka hiçbir şey devamlı değildir”.
Eski çamlar bardak oldu ama kimi siyasetçi çam
ağacının su tasına dönüştüğünden habersiz sanki. Mezopotamya Haber Ajans’ın
haberine göre (30 Ekim 2018) ; Siyasetçiler ve sivil toplum örgütü
temsilcilerinin çağrısı üzerine Diyarbakır’da düzenlenen “Ortadoğu Krizi ve
Demokratik Ulus Çözümü” konulu konferansın açılış konuşmasını yapan HDP Eş
Genel Başkanı Pervin Buldan şöyle demiş:
“Ortadoğu’da çözüm isteniyorsa
Kürtlere yapılan dayatmalara bakılması ve Kürt halkı üzerindeki inkâr ve imha
politikalarının nasıl şekillendiğinin görülmesi gerekiyor. Dikkat edilirse tüm
rejimlerin Kürt politikası, ezme ve bastırma üzerine kuruludur” / “Barış ve müzakerelerde yer alan insanlar olarak
barış ve demokrasinin ülkemize gelebilmesi için bir kez daha ifade etmek
isteriz ki o sürece geri dönülmelidir. Barış ve müzakere süreci bir kez daha
başlamalı, Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılmalı ve bu sürece dahil
edilmelidir.”
Buldan’ın
çağrısına Twitter’dan tepki gösteren AKP parti sözcüsü Ömer Çelik de “Terörle kararlı ve tavizsiz mücadelemiz
karşısında müzakereden bahsedenlerin dili, terör örgütüdilidir. Meşruiyeti yoktur” demiş.
Pervin
Buldan da Ömer Çelik de “Geçmişe mazi, yenmişe kuzu” dendiğinden habersiz gibi
konuşuyorlar.
Sanırım
bu iki siyasetçinin de benim “Türkiye’nin
Sırat Köprüsü: Açılım Masalı” (Tekin, 2015) adlı kitabımdan haberleri
yok. Kürt Sorunu’nu, Kürt Gailesi’ni öğrenmek için okumaları gereken
kitaplardan biri.
Pek bilinmez ama Herakleitos, aynı bağlamda “Biz artık biz değiliz” de diyor. Dere aynı dere değil, siz aynı siz değilsiniz artık! Bu nedenle Pervin Buldan ve arkadaşları, kendilerine, “Ben (Biz) Türkiye’de demokrasinin kurulması için 1919’danbu yana ne yaptım (ne yaptık) ?” sorusunu mutlaka sormalıdır. Acaba, meydan okumaktan, boş konuşmaktan, gerçeklere ihanetten başka bir şey bulabilecekler mi? Adı geçen kitabımda sık sık tekrarlamışımdır: « “Sen ne istiyorsun açıkca söyle ve pazarlığa en yukardan başla!” Yani “Ayrılma”dan başla! Ayrılmak, federasyon ya da özerklik istemiyorsan, pazarlığa sakın “Anadilde eğitim-öğretim” hakkından başlama. Çünkü uluslararası herhangi bir dayanağı yok! »
PKK’nın
amacı belli: Federasyon ya da özerklik değil, ayrı bir devlet kurmak. Peki
HDP’nin “son”amacı ne, bilen var mı? Barış ve müzakere süreci bir kez daha
başlarsa, Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılmasının bu sürece dahil
edilmesi”nden başka ne görüşmek
istiyorlar? Bunu kamuoyuna açıklamak
zorunda(lar).
Seçim geçidine girerken, her zaman, AKP ile HDP
arasında gizli ya da açık, karşılıklı yaltaklanmalar görülür. Bu yaltaklanmalar
“Barış ve Müzakere Süreci”ne bağlanırsa ülke yeni bir kaos dönemine girer.
“Barış ve Müzakere Süreci”ni geçelim; daha alçakgönüllü “Müzakere Süreci”ni
şarta-şurta bağlamamak gerekir. İki devlet arasında bir mütareke söz konusu
değil. Bu bir! İkincisi: Müzakere, Erdoğan hükümeti ile HDP’nin özel sorunu
değil.Türkiye’nin sorunu. Erdoğan hükümeti ile HDP kendi aralarında halvet
halinde sadece seçim ittifakını
görüşebilirler. Söz konusu Türkiye’nin Kürtleri ise, HDP, isteklerini
Türkiye nüfusuna açıklamak zorundadır.
Son zamanlarda “Sanat” ve “Sanatçı”
sözcükleri bol miktarda kullanılmakta. Bu nedenle konuyu irdelemek farz oldu.
Durum şöyledir:
Sanat bir insani
faaliyettir. Bu faaliyetin ya da düşüncenin ürünü duyulara, heyecanlara,
algılara ve akla hitap eder. Yoktan var olan ve doğada, hayatta karşılığı
bulunmayan bir üründür; anlamı kendisine dönüktür, kendisindedir.
Bu işi bizim ortaokul Türkçe
öğretmenimiz Göbek Emmi yöntemiyle şöyle tanımlayabiliriz: “Olmuş ya da olması
mümkün olayları belli bir yerde, belli
bir zamanda ve belli bir kültür ortamında anlatmaya roman denir.”
Bu tanımı öyküye dayalı sinemaya,
tiyatroya, televizyon filmine de uygulayabiliriz.
Bir sinema filminde, bir
romanda, bir tiyatro yapıtında, bir öyküde bir yargıç rüşvet alıyor, bir avukat
müvekkilesine sulanıyorsa, bu eylem “meslek haysiyetine saldırı” sayılıp yargı
konusu yapılamaz. Yapılıyorsa, hödüklükten yapılıyordur ki çok görülmekte…
« Ars est systema præceptorum universalium, verorum, utilium,
consentientium, ad unum eumdemque finem tendentium. »
«Sanat; evrensel, gerçek, yararlı, tek ve aynı amaca yönelik bir
öğretim sistemidir.»
SANATÇI (L’ARTISTE): Bir yapıt yaratan, yaratıcı bir sanat,
teknik, bir bilgi sahibi kimse. Yapıtları heyecen, duygu, duyu, düşünce ve
aşkınlık yaratan kimse. Aşağıdaki on sanat dalında ürün veren kimse.
SANAT DALLARI
1.Mimari (Katkıda bulunanların
özel isimleri vardır).
2.Heykel (Heykeltraş, yontucu)
3.Resim (Ressam, “artiste” (artist) sıfatı
sadece ressamlar için kullanılır)
4.Müzik (Besteci ve katkıda bulunanlar (Piyanist, kemancı, çelist,
vb.)
5.Edebiyat (Şiir, roman, öykü, deneme.”Yazar” sıfatı sadece
bunları üretenler için kullanılır.)
6. Canlı gösteri sanatları: Tiyatro, dans, kukla, sokak gösterisi, opera, canlı
müzik.·
7.Sinema (Sinema sanatına katkıda bulunanların özel adları vardır:
Yönetmen, senarist, oyunucu, aktör, aktrist (“Artist” değil), montajcı. vb.
Sinema, tiyatro oyuncusuna, şarkıcı ve türkücüye, model ve mankene “sanatçı”
denmez.
8.Televizyon
9. Çizgi Roman (bande dessiné) ·
10.Sayısal (numérique): Bilgisayar,
dijital, video
Özel ek:
“Gazeteci-yazar” diye bir meslek yoktur. Gazeteci ve yazar diye iki
meslek vardır. Her gazeteci “yazar”, her yazar “gazeteci” değildir. Hem gazetede yazan
hem edebiyat alanında ürün veren kimseye “Gazeteci ve yazar” denir.